Eli Roth Sineması

| | 1 yorum
18 Nisan 1972 Amerika doğumlu genç yönetmen, aktör, senarist. Filmlerindeki mantık hataları, şiddet dozu sürekli tartışılan, hatta entellektüel sinema eleştirmenlerinin bir çoğu tarafından yerden yere vurulan genç bir korku sinemacısı. Kıskandıran bir başarı grafiğinden çok, ünlü isimlerin desteği ( Tarantino, Takashi Miike, Stephan King, hatta David Lynch' e olan yakınlığı ) ile tanınıyor kendileri. Henüz tam bir özgün sinemacı kimliği taşıyamaması, Eli Roth sinemasının kabul edilebilir boyutlarını izleyicisine bütünüyle göstermemiş olması ile alakalıdır. Ama Eli Roth sert eleştirilere rağmen bir hayran kitlesi yaratmıştır. Peki hayran kitlesini ne yaratmıştır?

Eli roth gerçeğin sinemasını yapan bir sinemacıdır.Beyazperdede "gerçek" drama tarzı bir filmin teması ise, tarzın gerektirdiği olabilirlik faktörünü izleyiciye sunuş şekli, işleyiş yada sonuçlandırma unsurunu izleyicinin ruh hali yada film beklentileri göz ardı edilmeksizin kabul ettirebilir. Hostel 1' de izleyicinin sinir olduğu 3 şapşal karakter, fazlasıyla hayatın içinden değil mi? Filmin ilk yarısının erotik adledilmesi, filmi kötü bulanların yüzde doksanının sırf bu yüzden filmi kötü bulması, hem gerçek hayata, hem sinema sektörüne karşı çelişki olmuyor mu? Elimizde 3-4 filmden fazlası yok henüz. Şimdi kısa kısa bakalım Roth penceresinden.

Filmlerine göz atarak incelemek gerekli Eli Roth'u. Dehşetin gözleri çoğu yönetmeni kıskandırmış Eli Roth başarılı filmlerinden yalnız biridir. Film koyu kırmızı kan rengidir, kan, çürüme, tahribat ve değişim görebileceğimiz en uç noktalarda sergilenmektedir. Goreye çok yakın duran film, amaç itibariyle goreden ayrılabilir, ancak kanın çok fazla kullanımı ile goreyle birleşebilir de. . Amaç: plana odaklanan 5 kişinin sıradan hayatına, ölümü getirip, güçlü bir virüsün ziyareti ile hayati planları alt üst etmek, hatta bunu George Romero filmine yapılan göndermeler desteği ile işleyerek tüm dünyaya yayılacak ve dünyanın sonunu getirecek bir gerçeğin olabilirliğini kurgulamaktır. Bu öyle bir olabilirliktir ki, yıllar önce "ebola" virüsü denen kabusu hatırlayıp, o virüs biraz daha güçlü bir metamorfozla geri dönerse bunlar olabilir mi? diye düşünebilirsiniz. Bir kısım izleyici bunun sorgulamasını yaparken ki, korku türü takipçileri yapacaktır daha çok, bir kısım izleyici ciddi mide ağrıları ile savaşacaktır film bittiğinde. Anladığımız üzere Eli Roth şiddet ve kan kullanımında sınır tanımayan yönetmenlerden biridir.
forum resmi
Sıra hepinizin beklediği hostel(Otel) filmine geldi. Tarantino'nun desteğini arkasına alığta neden kötü eleştiriler aldı ya da başarılı olamadı? Öncellikle Hostel Eli Roth zaman hatalaması yaptığı bir filmdir.

Tüm dünyada Saw çılgınlığı başlamış, korku severlerin gözü JigSaw' dan başkasını görmez olmuştur. Her zaman şuna karşı çıktım bu iki filmin karşılaştırılmasında: Saw filminde insanlar ölüyor, acı çekiyor her ne olursa olsun Jigsaw neredeyse kanatsız melek kıvamında. Yok yaa, ölenlerin herhangi bir suçu olması yada yaşamamak istememesi onların öldürülme yada işkence çektirilme hakkını veriyormu? Hostel' deki işkence sahnelerine yada ölüm sahnelerine verilen tepki, Eli Roth' un günah keçisi seçilmesinden, sinema sektörünün farkında olmadan insanı içine düşürdüğü riyakar durumdan başka bir şey değil. Eli Roth burada da aynı silahla vuruyor izleyiciyi: " Bunlar gerçek. Siz orada olup şahit olmasanız da, birileri bunları dünyanın bir yerinde yaşıyor, belki sizinde başınıza gelebilir".

Roth sineması olabilirliğin sinemasıdır ve bunu en acımasız şekliyle gösteririr: Uç noktada sapkınlıkta sınır yoktur. Irkçılık iddealarını yerle bir eden görüş de budur. Filmin ikinci yarısı, kelimenin tam anlamıyla korkutur, gerer. Sinema kalitesi anlamında film çok tartışılacaktır, en başta söz ettiğim özgün sinemacı kimliği adına henüz çok başlardadır yönetmen. Film, içerik ve işleyişi itibariyle bu sorgulama için fazla fırsat vermez zaten. Şiddetten zevk alan ruh hastası insanların karakter analizlerine girilmez. Para karşılığı istediği ülke insanına şiddeti zevk için yönlendiren kişilerle karşılaşmamız, daha önce sinemada bu denli görmediğimiz aykırı durumun sadece film diye geçiştiremeyeceğimiz bir pencereden bakmamızı sağlamış, hayalet,peri öyküsü değil tamamen insan unsurundan yola çıkan filmin gerçeklik gücünü nereden aldığı ile yüzleşmemiz de tuz biber ekmiştir üstelik: Yan komşunuz, yol arkadaşınız, herhangi biri, yeterince güvende misiniz? Bu paranoyayı bir kaç saate sığdıran Eli Roth bununla yetinmemiş ve Hostel 2 ile, organizasyon ve işleyişi de tamamlamış.Ciddi mantık ve işleyiş hataları yapılmış olsa da, Eli Roth daha iyi film yapacağının sinyallerini vermiş bir yönetmendir.
ster kötü, ister iyi sinemacı olsun Eli ROTH. Biliyorum ki sevenler de, sevmeyenler de izlemeye devam edecek filmlerini.

Michael Haneke Sineması

| | 0 yorum
Michael Haneke (d. 23 Mart 1942, Münih, Bavyera, Almanya) Kendi anlatımıyla "kimsenin kolayca ve içi rahat bir sekilde seyredemeyeceği filmler" yapan Avusturyalı film yönetmeni. Filmlerinde çoğunlukla modern toplumdaki insanların problemlerini ve bunalımlarını çıplak bir gerçeklikle -bu amaç için özenle "soundtrack" kullanmaktan kaçınarak- sergiler.

Kısaca Hayatından bahsetmek gerekirse; 1942 yılında Almanya/Münih' de dünyaya geldi. Üniversite öğrenimini Viyana' da felsefe ve psikoloji dallarında yaptıktan sonra mezun oldu ve film eleştirmeni olarak sinema hayatına başladı. Ardından kısa bir süre alman televizyonu "Südwestfunk" da editör olarak çalıştı. Kamera arkasına geçişi öncelikle televizyon filmleri için olmuştur (1973). Uzunca bir süre televizyon yönetmenliği yaptıktan sonra tarzı ve gerçekçi bakış açısı nedeniyle (ki bu açıdan Gaspar Noe ile karşılaştırılabilir) ses getiren ilk sinema eserlerini üçleme olarak sinema dünyasına kazandırdı. Cannes film festivalinde "The Piano Teacher" filmi ile 2001 yılında "Grand Prize", "Le Ruban Blanc" filmi ile de 2009 yılında "Altın Palmiye" ödüllerini kazanmıştır.

Yönetmen koltuğunda oturduğu filmler
2007 Funny Games U.S.-2005 Caché aka Hidden-2003 Le Temps du Loup aka The Time of the Wolf (U.S. title)-2001 La Pianiste aka The Piano Teacher (U.S. title)-2000 Code Inconnu: Recit Incomplet De Divers Voyages aka Code Unknown (U.S. Video title)-1997 Das Schloß aka The Castle (U.S. title)-1997 Funny Games-1995 Der Kopf des Mohren aka The Moor's Head1994- 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls aka 71 Fragments of a Chronology of Chance-1992 Benny's Video-1989 Der 7. Kontinent aka The 7th Continent

http://blogs.suntimes.com/scanners/mhk.jpg
Michael Haneke yönetmenler arasında saf şiddetti en iyi yansıtarak "duygusal buzlaşmayı" en iyi şekilde anlatır. Modern toplumdaki insanlık problemlerini ve bunalımlarınıda eline alan yönetmen herkesin rehatça seyredemeyeceği filmler ortaya çıkarsa da o yaşayan efsane yönetmenler arasındadır.
Peki bu adam filmlerinde neleri konu alır? İnsanlar arasında yabancılaşmayı,saf ve duru nedensiz şiddeti,duygusal buzlaşmayı,kişiler arasındaki iletişimsizliği,aile yaşantılığının monotonluğunu,yozlaşmışlığını ve izolasyo,ayrımcılığı,iki yüzlü devlet politikasını hedef alıyor.
http://www.telegraph.co.uk/telegraph/multimedia/archive/01184/arts-graphics-2008_1184982a.jpg

Michael haneke
filmlerinde seyircisini eğlendirmeyi değil, sarsmayı amaçlıyor. Onların rahatını bozmaktan hiç rahatsız olmuyor. Londra’daki Orta Avrupa Kültürü Festivali’nde gösterilen beş filmlik retrospektifini izleyen seyircilere filmlerini “Size huzursuz seyirler dilerim” diyerek sunmuştu. Haneke’nin filmleri, basit olmamakla birlikte, seyircinin kolayca ulaşabileceği, anlaşılabilir filmler. Michael Haneke, artık sevmesini, hatta nefret etmesini bile bilmeyen bir toplumu anlatıyor. Amacı ise çevremizdeki dünyaya karşı duygu ve tepkilerimizi bilemek, çünkü özellikle medyanın onları kütleştirdiğine inanıyor. Zamanlama, gerilimi tırmandırma ve mantıklı bir olay örgüsü kurma gibi standartları reddediyor; izleyicilerini sıkmak, kızdırmak ya da hayal kırıklığına uğratmaktan çekinmiyor. eyircisini rahat sinema koltuğunda rahatsız ederek, aslında filmin kahramanlarının, kanın akmasını başlatan kişilerin bizler olduğumuzu hatırlatıyordu. Şiddete gerçek özelliklerini kazandırıyor, onu sinemasal taklitlerden uzaklaştırıyordu.Michael Haneke dünya sinemasına özellikle korku sinemasına gelmiş bir nimettir.

“Size huzursuz seyirler dilerim” - M. Haneke

M.Türkan

Aslan İle Kuzunun Aşkı

| | 0 yorum

Her zaman güzel bir konu olan vampir edebiyatı her yıl yeni eserlerle güçlendirilmekte. Son yıllarda bu türden nemalanan bir isim de Stephenie Meyer oldu. Ve galasıyla birlikte sinema tarihinin en iyi filmi geliyor dedik. Fakat Twilight o kadar başarılı bir film olmasa da. Gençlere kendini sevdiren Fan yaratan bir film ve 5 kitaplık bir seri olmaya başardı. Bunun üzerine gençlik-korku türünde olan bu filme bir göz atalım dedik.

http://teenhollywood411.files.wordpress.com/2009/04/021908_twilight.jpg?w=403&h=308

Konumuza bakacak olursak Bella Swan (Kristen Stewart) annesini bırakıp polis olan babasının yanına, ufak bir kasaba olan Forks şehrine taşınır. Okulun ilk gününde pek de iyi bir etki bırakmayan Şehrin hekiminin küçük oğlu Edward Cullen(Robert Pattinson) ile ilerleyen günlerde nefretten aşka dönen ilişkileri Cullen ailesinin sırrını öğrenince daha da derinleşir. Cullenlar bu güneş görmeyen şehirde insanlara bulaşmadan sonsuz yaşamlarında huzur arayan bir vampir ailesidir. Ancak şehre yeni bir vampir grubu gelmiş ve dost canlısı kasabalıları tek tek avlamaya başlamıştır. Bu grubun en piskopatı James, Bella’nın Cullenlar tarafından sahiplenildiğini anlayınca kızın peşine düşer ve heyecanlı(!!) bir kovalamaca başlar. Filmin son 20 dakikasında başlayan aksiyon aksiyon seven sinema seyircisi ne kadar bu filmden geri itse de sonuçta şuana kadar yapılmış en iyi vampir filmi olduğunu altını çizerek söylemekte fayda var. Sonuçta başrolde oynayan aşıkların gerçek hayatta sevgili olmaları romantik sahneleri gerçekçi kılmış.

http://www.hotgothiclayouts.com/twilight/twilight-16.jpgFilmin ana karakteri Bella’yı oynayan Kristen Stewart çok yerinde bir seçim. İlk bakışta vurulacağınız bir güzelliği yok. Normal bir genç kız. Romanda verilen sakar kız imajını da çok iyi yansıtıyor. Onun için ona bir tebrik lazım. Robert Pattison’da oyunculukta Kristen’dan geri kalmıyor. Özellikle onun seçilmesini kızları sinemaya bağlamaya çalışma hareketi olarak görüyorum özellikle 16-17 yaşındaki kızların bağırtılarınıda duymak mümkün.

Twilight’da da gün ışığına çıkma olayı değiştirilmiş normalde gün ışığında yanan vampirler güzellik maskeleri düşen ve gerçek yüzlerini gösteren yaratıklara dönüştürülmüş. Ama bence gayet güzel olmuş ki klişelere takılı kalmaması lazım olan bir filmdi zaten. 373 milyon hasılat yapmış bir film olarak diyorum yılın en iyi iş yapan filmi.Şans vermeniz lazım. Sonuçta gençlere yönelik bir film gençler beğendiyse bize laf söylemek geçmez. Yıldızlı peki veriyorum Alan ile kuzunun aşkına.

Mustafa Türkan

Fransız Korku Sineması Dalgaları

| | 0 yorum

Fransız sinemasının ‘sanat filmi’ üreten bir zihniyetle sinema külliyatında yer aldığını cümle alem bilir. Ama Frabsa ilk başlangıçlerı olan yüksek tansiyon ile korkuya yeni bir dalga getirdiler. Son örnekleri olan İşkence Odası ile yeni bir soluk getirme çabaları sonuç verdi. Ve olumlu tepkiler aldılar. Peki Ya bu Fransızlar nasıl oldu da korku ikolü yaratma çabasına girdiler. Fransızlar hani aşkan romantizm’den başka bir şey anlamazlardır.

http://i40.tinypic.com/a2ghgi.jpg

Ancak ülkenin korku sinemasında altı yılda boy gösteren atılım, bir şekilde geriye dönüp ‘böyle bir yükseliş nasıl olabilir?’ diye sorgulamamıza sebep oluyor. Zira ülke sinemasının geleneğinde kara film olsa da ve hatta George Melies’nin katkılarıyla sayısız fantastik yapıt üretilse de ‘korku’ denince aklımıza gelen ‘önemli yapıtlar’ın sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Örneğin kara film üretimiyle dikkat çeken Henri-Georges Clouzot’nun “Şeytan Ruhlu İnsanlar”ı (“Les Diaboliques”, 1955) gotik alt türünün bir örneği olarak türe ucundan dahil edilebilir. Ancak tarihteki en önemli Fransız korku filmi kuşkusuz “Les Yeux Sans Visage”dır (“Eyes Without a Face”, 1960). Georges Franju’nun ilk filmi, bazı kaynaklara göre Fransız Yeni Dalgası’nın milatlarından biridir. Buradan yola çıkınca da ülke sinemasının kaynağında ‘bir korku filmi’nin işlevsel bir rolü olduğunu görebiliyoruz.

FİLMLERE GÖZ ATALIM.

Bence fransızlara bir tebrik borcumuz olmalıdır. Sonuçta ne kadar filmleri pek sevilmesede durmadan ucuz b-movie korkuları ile ayakta durmaya çalışan Fransızlar bir başarı öyküsüne imza attılar. Hadi gelin filmleride inceleyerek fransızların nasıl korku dalgasına girdiği görelim.

Herşeyin başlangıcı bana sorarsanız Yüksek Tansiyon oldu. Yüksek Tansiyon ne kadar güzel ve vurucu bir filmde olsa kendi ülkesinde korkuya öcü gibi bakan insanlardan destek alamadı. Ama bu yinede yurt dışındaki başarısını durduramadı. Peki ama Yüksek Tansiyonun kaynağı neydi? Kaynağına ise 70’ler İtalyan korku sinemasındaki tür kırması örnekleri ve onların stilize görsel yapılarını, 60’ların istismar filmlerini, 70’lerin Amerikan slasher filmlerini alırken, arka planına da elbette ‘Fransız sanat sineması’ geleneğinin alt metinlerini yerleştiriyordu. Zira film, özünde lezbiyen bir aşk hikayesiydi. Ancak bu öykü, slasher, istismar filmi ve splatter film kalıplarıyla anlatılıyordu. Zaten bütün özgünlüğü de buradan geliyordu. Hem psikolojik ve felsefik olarak zengin, hem de korkutucu ve mide zorlayıcı bir filmdi. Eskilerde unutulan İstismar sineması ögelerini günümüze getiriyor ve bizi son derece zorluyordu. Ama yinede modernleşen insanların olaylara modern bakış açısı bir İstismar sineması örneği olmasını engelledi. Ama yüksek tansiyonun son derece güçlü bir film olan Teksas Katliamından güç alarak Kırsal kesimde yaşayan insanların şiddette yakınlığını anlatmayı son derece iyi başarıyordu. Filmin son dakikalarında bizi ters köşeye yatıyor ve akıl almaz finalinde de insanlara kendini sevindiriyordu. Peki ya Yüksek Tansiyondan sonra ne oldu?

http://yenisafak.com.tr/resim/site/sinirda0e7f668b0e67cb30by.jpg

3 Sene İçinde Fransızlar Kendi Adlarını Taşıyan Bir Korku Alt Türü Yarattılar. Bunun adına da biz “Yeni Fransız Dehşet Sineması” dedik. Bir kaç pisikolojik gerilim filminden sonra(Kutsal Bakire) sinema filmleri değişmeye başladı. 2006 yılında Sheitan ve Onlar,2007 yılında ise İçerde ve Sınırda bu geleneği sürdürmeye devam etti. Şimdi kısaca biraz onlara da göz gezdirelim. Sheitan el kamerasıyla çekilen kırsal bölgede şeytana tapan insanları anlatıyordu. Yine kırsal kesine yapılan bir gönderme niteliğinde olan serbest bir deneme olarak görülür. Fakat istismar seviyesi oldukça yüksek tir. Onlar ise yine aynı kırsal bölgedeki şiddeti tema edinip buna gerçek bir hikaye deyip katilin kim olduğunu belli etmeyen bir filmdi. Çoğu kişi tarafından başarılı buldu. Atmosfer olarak gayet başarılıydı. Aslında bölgedeki çocuk çetesine dayanan konusuyla diğer korku filmlerinden kan oranu apacık belli olacak şekilde düşüktü. İçerde Ve sınırda ise bunların arasında en cesuruydu. Ama cinsellik açısından bakılırsa da Sheitan son derece cesurdu. İçerde kapalı mekanda iki kadının mücadelesi anlatan klostrofobik atmosferi ile itelyan filmleri gibi türü belirsiz filmlere sınıfına götürüyor. Film hem kan hem atmosfer bakımından son derece başarılı bir korku filmi sunuyordu. Sapına kadar bir istismar filmiydi.

Sınırda ise içindeki politik göndermeleri ile gerilim filmi başlasa da yamyam nazi ailesini anlatmaya başlamasıyla istismar filmine dönüşüyordu. Kan oranı yine yüksek olan bir yapımdı. İçerde ve sınırda fransız sinemasında korku anlayışı belirlediler. Türler arasında geçişler yapan gore dozu hayli yüksek bir sinema yarattılar.

http://sinemaseyret.turkblog.com/public/blogs/sinemaseyret/2009/05/04/i__k.jpg

Fakat fransız sinemasına yenilik getirmiyorlardı. Günümüze bakarsak bu yıl çıkan İşkence odası yüksek tansiyondan sonra en yenilikçi olanıydı. İlk 45 dakikası gerçek şiddet iken devamında pisikolojik-gerilimi andıran atmosferden güç alan bir yapımdı. Çoğu sinema sitesine göre 3 bölümdü. İşkenceden kaçış,evde işkence,işkence seansı…70 lerde gördüğümüz cesur korku sinemacıları şu an 2000 lerin Fransız yönetmenlerinde görüyoruz. Fransız sineması kadınları şiddette kullanan,alt türlerde gezinirken bize değişik duygular yaşatan lezbiyenlik ve pisikolojik temalarını kullanan yeni bir cesur sinemacılık dalgası.

Mustafa Türkan

Cannibal holocaust

| | 0 yorum

60 ülkede yasaklanan İtalyan yapımı Cannıbal Holocaust’un hala gerçek bir snuff olup olmadığı tartışmaları devam ediyor. Yönetmenin bu tartışmalar yüzünden 1 ay hapis yattığı film son derece mide zorlayıcı filmler arasındadır. Bir istismar sineması örneğidir. Günümüzde bile izlenmesi zor grafik şiddetti içermektedir. Belgesel gibi el kamerasıyla çekilmesi filmi son derece gerçekçi kılmıştır. Filmde grafik şiddetti sizi rahatsız etmese bile filmin can alıcı yerlerinde çalan sinir müzik kesin sinirleri bozacaktır. Filmlerde kötü oyunculuklardan bile bahsetmiyorum.

Filmin ilk yarısı profesörün kayıpları aramasını ikinci yarısı ise çoğunlukla orada olan biteni, ele geçirilen video görüntülerinden izlemekle geçiyor. Bu yüzden bazen sıkılabilirsiniz. Bu arada snıff konusuna bir dönelim. Film gerçek bir snuff değil bu bir efsane. Fakat hayvanlar gerçekten öldürüldüğü için türe en yakın filmlerden biridir. Ama bu film ne kadar vahşette olsa Uygar ile ilkel arasındaki farkı en iyi anlatan sanatsal filmlerden iyi oyunculuk olsaydı. Şu an kült korku filmleri arasına bile girebilirdi.Gel gelelim video olayına…

Aslında bu video olayı iyi bir fikir. Görüntülerde yaşanan bozulmalar, zamandaki atlamalar, belgeselcilerin gitgide sapıtması iyi düşünülmüş. Ama burada duygusal açıdan izlediklerimizin etkileyici olması için o kişilere sempati duymamız lazım ama ne mümkün, o kadar kötü gösterilmişler ki hiçbir şekilde onlar hakkında üzülmemize imkan yok hatta bir yerden sonra ölmelerini bile isteyebiliriz. Keza yerliler de çoğu sahnede yaşamayı haketmeyen vahşiler olarak gösteriliyor. Geleneklerine hakaret edildiği için çıldıran yerliler sanırım çok daha mantıklı olurdu. Bu filmden çıkartmamız gereken ders ne kadar eğitim alsak bile bazen insanların ilkel insanlar gibi vahşi ve acımasız olduğunu gösteriyor. Gösteriyor ama film mantıksız ki iyi yönlerini çıkartamıyoruz. 5 m ötelerinde arkadaşları ikiye ayrılırken onu kameraya çeken arkadaşlar çok mantıksız olmuş. Ya insan yardım eder ya da kaçar. Bu film bittikten sonra aklınızda eminim ki grafik vahşetinden başka birşey kalmayacaktır.

Ama efektler konusunda tebrik etmek gerekir o kadar gerçekçi olmuş ki bazı yerlerinde oturdum düşündüm bu kazığa oturtma ve penis kesme sahnelerini nasıl yapmışlar o zamanın teknolojisi ile şimdi bile zor olan işi değil mi?

Tüm bu hayvan katliamı, oldukça gerçekçi insan öldürme sahneleri, şok eden dini ritüeller ve geleneklerin (Tükürükle mayalanan içkiyi içmek, yeni doğan bebeği gömmek vb.) olduğu sahneler ister istemez ekran karşısına izleyiciyi kilitliyor. Beraberinde doğal ortamın sağladığı iyi bir atmosferi ve tedirginlik hissi var. Ben filmin affedilemez yönlerine rağmen yarattığı bu atmosferi beğendim. Diğer çok tepki çeken filmlere (Faces of Death, Guinea Pig vb.) nazaran daha olumlu yorumlar almasını da buna bağlıyorum. Yoksa O kadar başarılıda değil.

Mustafa Türkan

Popüler Korku Türü Teen Slasher

| | 0 yorum

Eski sanatsal gerilim filmlerini izleyenler azalmış. Dario Argento gibi sanatsal gerilim çeken yönetmenler unutulmaya yüz tutuyor. Çağımızın yeni modası teen slasherler peki nedir teen slasher?

Slasher film , insanların katledilmelerini ya da korkunç ölümlerini gösteren korku filmlerine denir. 70′li yıllarda ortaya çıkan bu film türü 80′li yıllarda altın yıllarını yaşamıştır. Slasher filmlerinin de bir alt türü vardır.Bu tür ilgi çektiği için ortaya çıkmıştır.Bu alt türün adı ise “teen-slasher”‘dır. Teen slasher, gençlerin öldürüldüğü ya da öldüğü filmlere denir. En iyi Teen Slasher örnekleri;

  • Cadılar Bayramı
  • Teksas Testere Katliamı
  • Elm Sokağı Kabusu
  • 13.Cuma
  • Son Durak

http://www.slashfilm.com/wp/wp-content/images/mandy-lane.jpg

  • ÇığlıkTürün başlangıcını büyük usta Hithchcock‘un 1960 yılı yapımı başyapıtı “Sapık”a (“Psycho”) kadar götürenler olsa da türün olmazsa olmazlarından olan ‘gore’ öğesini kazanması 1974 yapımı “Texas Chainsaw Massacre”la gerçekleşti. Gelin 70′lerin ikinci yarısıyla sinema dünyasına damgasını vuran türün bazı klasiklerini hatırlayalım: “Texas Chainsaw Massacre” (1974)
    Tobe Hooper imzalı bu film, gerek yarattığı karakterlerle gerekse gerilimi tırmandırmada izlediği yolla “Halloween” dahil birçok filme ilham kaynağı oldu denebilir. Şiddet dozunu ayarlamadaki başarısı, izleyiciyi kurbanla özdeşleşmeye zorlayan yapısı, sapık katili bir maske arkasına gizlemesi, türün klasikleri haline gelecek filmler dahil olmak üzere birçok filmde taklit edildi. Sapık katilin kullandığı elektrikli testere ise, yalnızca teen-slasher türünde değil, sıradan macera filmlerinde bile bu filme saygı duruşunda bulunmak için kullanılacak bir ikon haline geldi. “Halloween / Cadılar Bayramı” (1978)
    Birçok kişi türün gerçek başlangıcı olarak usta John Carpenter‘ın Halloween‘ini kabul eder. Film, sapık katili her tür sosyal etkiden uzakta, doğuştan kötü olarak çizmesiyle, onun bu hale gelmesinde hem psikolojik hem de sosyolojik her tür açıklamayı dışlar. Kötülük Michael Myers‘ın genlerinde vardır. Bunun dışında, Myers‘ın kadın düşmanı olması, ebeveynlerinin evde olmadığı akşamlarda erkek arkadaşıyla oynaşan genç kızları kurban olarak seçmesi ve onun zulmünden tek kurtulanın daha münzevi (muhtemelen bakire) bir karakter olması, türün izleğini oluşturacak özelliklerden birkaçı. Tabii ki “katilin cesedi filmin sonunda bulunamadıysa”, yönetmenin aklında bir devam filmi olduğunu düşünmemiz gerektiğini bize öğreten de “Halloween” oldu. “Friday the 13th / 13.Cuma” (1980)
    “Halloween”de Carpenter‘ın kullandığı birçok şeyi taklit etmesiyle, “Friday the 13th” (“13. Cuma”), türün kendi geleneğini, kendi şablonlarını oluşturmasına aracılık eden ilk filmdir. “Halloween”deki öyküyü daha çok kan ve cesetle süsleyen film, mekânı Amerikan banliyösünden alıp göl kenarındaki kamp yerine taşımasıyla, doğanın tekinsizliğinden de faydalanıyordu. Filmin türe en büyük katkısı bir koreografiye dönüştürdüğü cinayet sahneleri ve ‘ahlâksız’ gençlerin bu türde yaşama şansları olmadığını izleyicinin zihnine kazıması oldu. Sapık karakterinde anne ile oğul arasında kurduğu bağla “Psycho”ya yaptığı gönderme, türün atası olarak Hitchcock‘u görenler tarafından coşkuyla karşılanmıştı. “A Nightmare on Elm Street / Elm Sokağı’nda Kabus” (1984)
    Freedy Cruger, ‘teen slasher’ türü içinde bizim kuşağın en iyi hatırladığı sapık katildir herhalde. Ne de olsa filmlerini televizyonlarda defalarca izledik ve ölümüne üç boyutlu gözlüğümüzü takarak oturduğumuz sinema koltuğunda tanık olduk. Daha sonra “Scream”i yöneterek tür içinde bir devrime daha imza atacak olan Wes Craven, tür içinde günahkâr gençlerin öldürülmesi şablonunun yerine, ebeveynlerinin hatalarının bedelini ödeyen gençlerin öldürülmesini oturtarak bir ilke imza attı. Ayrıca Freedy‘nin, öldürüldükten sonra bilinçaltına sıçraması ve varlığını orada sürdürmesi, filmi hem farklı okumalara açık hale getirmiş, hem de izleyiciyi de kurbanlar gibi çaresizlik içinde bırakmıştı. Ne de olsa Elm Sokağı’nda geçen gecelerden sonra birçoğumuz Freddy tarafından ziyaret edildik. “Scream”den sonra yeni dönem ‘teen slasher’lar Yukarıda saydığımız klasiklerin tümünün devam filmleri de yapıldı. 80′lerin ilk yarısında, gerek bu devam filmleriyle gerekse yeni yapılan filmlerle tür altın çağını yaşadı denebilir. Ancak, gişede belirli düzeyde başarı elde etmesi nedeniyle, yapımcıların devam filmlerine destek olması ve senaristlerin yaratıcılık krizine girmesiyle ’slasher’ türü 80 sonlarında düşüşe geçti. Bu düşüş, 1996 yapımı “Scream”e kadar devam etti. “A Nightmare on Elm Street” gibi bir klasikten sonra Wes Craven, Scream filmiyle türde ikinci perdeyi açtı. Bu dönemde öne çıkan filmlerin bazıları: “Scream / Çığlık” (1996)
    “Scream”in senaryo yazarı Kevin Williamson, pekçoğumuzun farkında olduğu bir şeyi kaleme aldı: Korku filmleriyle büyümüş bizler, türün tüm şablonlarına hakimdik artık. Dolayısıyla, sevişirken ölen, katille evinde karşılaştığında nereye kaçacağını dahi bildiğimiz kurbanlar ya da gizemli ve ‘cool’ sapık katiller tatmin etmiyordu bizi. İşte “Scream”, bu ortamda kurban konumundaki karakterlerini de olacaklar konusunda izleyici kadar bilinçli yapmasıyla türe bir yenilik getirdi. Ancak, bu bilinçlilik hali sonucu değiştirmiyordu. Hatta nasıl öleceğini bile bile ölen kurbanlar aracılığıyla film, türün klasiklerine kahkahalarla gülen yeni kuşak izleyiciyle dalga geçiyordu bile diyebiliriz. “Scream”, 90′ların ikinci yarısında ‘korku filmi olduğunun farkında’ olan filmler için bir başlangıç oldu (Hatta “Scream 2”de Craven bunu bir adım öteye taşıyacak ve ‘devam filmi olduğunun farkında olan bir korku filmi’ yapacaktır). “I Know What You Did Last Summer / Ne Yaptığını Biliyorum!” (1997)
    Yine Kevin Williamson imzalı bu film, doğal olarak “Scream”in açtığı yoldan yürüyordu. Filmdeki kurban karakterler, bu sefer korku filmi klişeleri yerine, bu filmlerin birçoğunun dayandığı yerel efsaneler konusunda bilgi sahibiydi. Ama “Scream”de olduğu gibi bilgi sahibi oluşları bir işe yaramıyor, sadece çaresizliklerini perçinliyordu. “Ne Yaptığını Biliyorum” (“I Know What You Did Last Summer”) da “Scream” gibi, hem türün klişelerini, hem onlara kaynaklık eden yerel efsaneleri kullanıyor; hem de izleyiciyi korkutmaya çalışıyordu. Açık olan tek şey, izleyicinin pek korkmadığı. “Urban Legend / Gerçek Efsaneler” (1998)
    Jamie Blanks imzalı “Urban Legend”, tür içindeki filmleri ya da onlara kaynaklık eden efsaneleri değil, internet sayesinde kitle iletişiminin inanılmaz bir hız kazandığı günümüzde, ‘chat’leşirken birbirimize anlattığımız ve ‘bunu başka bir yerde daha duymuştum’ hissi yaratan modern efsaneleri çıkış noktası olarak alıyordu. Filmin sapık katili, bu efsaneleri bilen ve eğlenmek amacıyla sürekli olarak birbirlerine anlatan kurbanlarını yine bu efsaneleri taklit ederek öldürüyordu; dolayısıyla “Urban Legend” da “Scream”in açtığı yolda, kendinin farkında olan bir film olmayı sürdürüyordu. “The Faculty / Fakülte” (1998)
    Senaryosuna yine Kevin Williamson‘ın imza attığı ve Robert Rodriguez‘in yönettiği “The Faculty”, bilimkurgu janrıyla ‘teen slasher’ı karıştırmasıyla dikkat çekiyordu. Don Siegel‘in başyapıtı (daha sonra 1978 yılında Philip Kaufman tarafından yeniden çekilen) “Invasion of the Body Snatchers”taki, uzaydan gelen garip bir yaşam formunun insanların vücudunu ele geçirmesi teması üzerine kurulu film, bu özelliğiyle ‘teen-slasher’larda zaten varolan paranoyayı üst düzeye çıkarmayı amaçlıyordu. Liseli gençlerin, öğretmenlerinin gerçekten öğretmenleri mi olduğu yoksa uzaylı mı olduğu paranoyasını, ‘teen-slasher’lara has bir öldürülme korkusuyla harmanlayan film ilginç bir denemeye soyunsa da eleştirmenler tarafından pek beğenilmedi. Ne yazık ki, “Scream”le başlayan bu ikinci furyanın aktörleri de tarih derslerini pek iyi çalışmamıştı. İlk dönemde türün inişe geçmesini sağlayan tüm hataları tekrarladılar. İlk dönemdeki filmler nasıl “Halloween”ı şablon kabul edip, onu taklit etmeye çalıştıysa bu filmler de gişe başarısını getiren “Scream”in yolunda ilerlemeyi tercih ettiler. Filmlerin senaryolarında ve anlatım yapılarındaki benzerliklerin yanında oyuncu seçiminde de aynı eğilimi gösterdiği gözleniyordu. Hepsi TV’de ünlenen genç yüzleri kullanıyordu. Yüzleri çabuk tüketilemeye çok elverişli olan bu isimler, izleyicinin bu filmleri aynıymış gibi algılamasına yol açıyordu. Ve tabii ki biraz ses getiren her filmin devamı yapıldı. 2000 yılında “Scream 3” vizyona girdiğinde, bu türde yapılmış her şeyi şikayet etmeden izleyen fanatikler bile “Ne izleyeceğimi çok iyi biliyorum, bu filme niye gideyim ki?” havasına bürünmüştü. İlginç olan, filmlerin gittikçe kötüleşmesiyle kurtulma umudu olarak yine klasiklerin görülmesi. Geçtiğimiz sezon izlediğimiz “Korku Bayramı 2 (Halloween: Resurrection)”, “Halloween” hayranlarının da zaten fazla olmayan beklentilerinin- bile karşılamaktan çok uzaktı. Keza, yine geçen sezon, sessiz sedasız vizyona giren “Hasat” da korku filmi meraklıları arasında bile bir kıpırdanma yaratamadı. Yüm bunlar türe dair, yaratıcı bir çıkış umutlarını günden güne azaltırken yapımcıların ve de dağıtımcıların, ısrarla sıradan ’slasher’lara para yatırması gerçekten ilginç. Bu hafta vizyona giren “Korku Kapanı” (”Wrong Turn”) da maalesef bu sıradanlık halkasına eklenen bir film olmanın ötesine geçemiyor. Israrla teen-slasher alt-türünün üstüne gidenler, “Scream”e kadar yaşanan tıkanmada, pek çok yönetmenin yaptığı gibi, çözümü yine yanlış yerlerde arıyorlar. Türün fanatikleri ise ikinci bir “Scream” vakasının ne zaman gerçekleşeceğini merakla bekliyor…

http://img2.timeinc.net/ew/dynamic/imgs/071029/horrormovies/texas_l.jpg

Ziyaretçiler SonYılların En başarılısı

| | 0 yorum

Öncellikle sinemaya dönüşünü ziyaretçiler filmi ile yapan Liv tyler’a hoş geldin demek isterim. Liv Tyler’ın başrolde oluşu da güzellerin ve yakışıklıların kaderi olan “rolün hakkından gelebilir mi ki” sorusunu gündeme getiriyor bu filmle ilgili. Fakat filmi izleyince yönetmenin bu bebek yüzlü kızımızı niye seçtiğini anlamak zor olmuyor. Tyler, dehşeti ve çaresizliği oldukça başarılı mimiklerle hayata geçirmiş, ağlamaklı bakışlar o bebek suratta çok doğal durmuş. Yapı olarak da iri olduğundan, kaçmak, kendini korumak gibi efor gerektiren durumları iyi kurtarmış.

Filme geri dönecek olursak, konu itibariyle “Diğerleri” benzeri olduğunu duyarak gitmiştim ama tek benzerlik bir evin içinde bitmek bilmez bir gerilimle saklambaç oynayan ve birbirlerine korku saçan insanlar, diyebiliriz. Bu benzerliğin dışında “Diğerleri” gibi başarılı bir filmle aynı kefeye konacak nitelikte olmasa da, “Ziyaretçiler”, korkutmayı, germeyi hedefliyor ve bunda da başarılı oluyor.

Filmin başlarında küs olduğunu anladığımız çifti görüyoruz.Ama çiftin üzerine odaklanmıyor. Bu anlamda gereksiz karakter analizlerine girmemesi ve işimize yaramayacak bilgiler vermemesi gerçekten de bir artı filmle ilgili. Çift en gergin anda çaresizce çıkış yolu ararken, erkeğin kadına geçmişte söylediği küçük bir yalan ortaya çıkıyor ki, bu detay belki biraz da geçmişle ilgili bilgi verelim diye konmuş ama buradan yönetmeni temin ederim ki o detayı vermese bile olurmuş.
Ama olsun fazla ayrıntı göz çıkarmaz.


Müzik, ses efektleri, klişe de olsa her zaman etkili olan birkaç detay (sallanan boş bir salıncak, arkasından ne çıkacağı belli olmayan perdeler…) bir araya gelince gerçekten de her anında diken üstünde oturtan bir korku filmi yapmayı başarmış yönetmen.Shyamalan’ın etkilerini gördüğüm bazı sahneler bana gerilim yaratmak adına fazla yapay gelmiş olsa da (bisikletli çocukların daha ortada hiçbir şey yokken suskun ve gergin halleri gibi…) Shyamalan yapınca nasıl bazı şeyler nedensiz niçinsiz kabul ediliyorsa bence geç yönetmen Bryan Bertino’ya da bu filmde bu hakkı tanıyalım derim. Son yılların en iyisi olduğunu düşünüyorum. Ve sitede bulunan en iyi 50 korku filmi listesini zorlar.