Eli Roth Sineması

| | 1 yorum
18 Nisan 1972 Amerika doğumlu genç yönetmen, aktör, senarist. Filmlerindeki mantık hataları, şiddet dozu sürekli tartışılan, hatta entellektüel sinema eleştirmenlerinin bir çoğu tarafından yerden yere vurulan genç bir korku sinemacısı. Kıskandıran bir başarı grafiğinden çok, ünlü isimlerin desteği ( Tarantino, Takashi Miike, Stephan King, hatta David Lynch' e olan yakınlığı ) ile tanınıyor kendileri. Henüz tam bir özgün sinemacı kimliği taşıyamaması, Eli Roth sinemasının kabul edilebilir boyutlarını izleyicisine bütünüyle göstermemiş olması ile alakalıdır. Ama Eli Roth sert eleştirilere rağmen bir hayran kitlesi yaratmıştır. Peki hayran kitlesini ne yaratmıştır?

Eli roth gerçeğin sinemasını yapan bir sinemacıdır.Beyazperdede "gerçek" drama tarzı bir filmin teması ise, tarzın gerektirdiği olabilirlik faktörünü izleyiciye sunuş şekli, işleyiş yada sonuçlandırma unsurunu izleyicinin ruh hali yada film beklentileri göz ardı edilmeksizin kabul ettirebilir. Hostel 1' de izleyicinin sinir olduğu 3 şapşal karakter, fazlasıyla hayatın içinden değil mi? Filmin ilk yarısının erotik adledilmesi, filmi kötü bulanların yüzde doksanının sırf bu yüzden filmi kötü bulması, hem gerçek hayata, hem sinema sektörüne karşı çelişki olmuyor mu? Elimizde 3-4 filmden fazlası yok henüz. Şimdi kısa kısa bakalım Roth penceresinden.

Filmlerine göz atarak incelemek gerekli Eli Roth'u. Dehşetin gözleri çoğu yönetmeni kıskandırmış Eli Roth başarılı filmlerinden yalnız biridir. Film koyu kırmızı kan rengidir, kan, çürüme, tahribat ve değişim görebileceğimiz en uç noktalarda sergilenmektedir. Goreye çok yakın duran film, amaç itibariyle goreden ayrılabilir, ancak kanın çok fazla kullanımı ile goreyle birleşebilir de. . Amaç: plana odaklanan 5 kişinin sıradan hayatına, ölümü getirip, güçlü bir virüsün ziyareti ile hayati planları alt üst etmek, hatta bunu George Romero filmine yapılan göndermeler desteği ile işleyerek tüm dünyaya yayılacak ve dünyanın sonunu getirecek bir gerçeğin olabilirliğini kurgulamaktır. Bu öyle bir olabilirliktir ki, yıllar önce "ebola" virüsü denen kabusu hatırlayıp, o virüs biraz daha güçlü bir metamorfozla geri dönerse bunlar olabilir mi? diye düşünebilirsiniz. Bir kısım izleyici bunun sorgulamasını yaparken ki, korku türü takipçileri yapacaktır daha çok, bir kısım izleyici ciddi mide ağrıları ile savaşacaktır film bittiğinde. Anladığımız üzere Eli Roth şiddet ve kan kullanımında sınır tanımayan yönetmenlerden biridir.
forum resmi
Sıra hepinizin beklediği hostel(Otel) filmine geldi. Tarantino'nun desteğini arkasına alığta neden kötü eleştiriler aldı ya da başarılı olamadı? Öncellikle Hostel Eli Roth zaman hatalaması yaptığı bir filmdir.

Tüm dünyada Saw çılgınlığı başlamış, korku severlerin gözü JigSaw' dan başkasını görmez olmuştur. Her zaman şuna karşı çıktım bu iki filmin karşılaştırılmasında: Saw filminde insanlar ölüyor, acı çekiyor her ne olursa olsun Jigsaw neredeyse kanatsız melek kıvamında. Yok yaa, ölenlerin herhangi bir suçu olması yada yaşamamak istememesi onların öldürülme yada işkence çektirilme hakkını veriyormu? Hostel' deki işkence sahnelerine yada ölüm sahnelerine verilen tepki, Eli Roth' un günah keçisi seçilmesinden, sinema sektörünün farkında olmadan insanı içine düşürdüğü riyakar durumdan başka bir şey değil. Eli Roth burada da aynı silahla vuruyor izleyiciyi: " Bunlar gerçek. Siz orada olup şahit olmasanız da, birileri bunları dünyanın bir yerinde yaşıyor, belki sizinde başınıza gelebilir".

Roth sineması olabilirliğin sinemasıdır ve bunu en acımasız şekliyle gösteririr: Uç noktada sapkınlıkta sınır yoktur. Irkçılık iddealarını yerle bir eden görüş de budur. Filmin ikinci yarısı, kelimenin tam anlamıyla korkutur, gerer. Sinema kalitesi anlamında film çok tartışılacaktır, en başta söz ettiğim özgün sinemacı kimliği adına henüz çok başlardadır yönetmen. Film, içerik ve işleyişi itibariyle bu sorgulama için fazla fırsat vermez zaten. Şiddetten zevk alan ruh hastası insanların karakter analizlerine girilmez. Para karşılığı istediği ülke insanına şiddeti zevk için yönlendiren kişilerle karşılaşmamız, daha önce sinemada bu denli görmediğimiz aykırı durumun sadece film diye geçiştiremeyeceğimiz bir pencereden bakmamızı sağlamış, hayalet,peri öyküsü değil tamamen insan unsurundan yola çıkan filmin gerçeklik gücünü nereden aldığı ile yüzleşmemiz de tuz biber ekmiştir üstelik: Yan komşunuz, yol arkadaşınız, herhangi biri, yeterince güvende misiniz? Bu paranoyayı bir kaç saate sığdıran Eli Roth bununla yetinmemiş ve Hostel 2 ile, organizasyon ve işleyişi de tamamlamış.Ciddi mantık ve işleyiş hataları yapılmış olsa da, Eli Roth daha iyi film yapacağının sinyallerini vermiş bir yönetmendir.
ster kötü, ister iyi sinemacı olsun Eli ROTH. Biliyorum ki sevenler de, sevmeyenler de izlemeye devam edecek filmlerini.

Michael Haneke Sineması

| | 0 yorum
Michael Haneke (d. 23 Mart 1942, Münih, Bavyera, Almanya) Kendi anlatımıyla "kimsenin kolayca ve içi rahat bir sekilde seyredemeyeceği filmler" yapan Avusturyalı film yönetmeni. Filmlerinde çoğunlukla modern toplumdaki insanların problemlerini ve bunalımlarını çıplak bir gerçeklikle -bu amaç için özenle "soundtrack" kullanmaktan kaçınarak- sergiler.

Kısaca Hayatından bahsetmek gerekirse; 1942 yılında Almanya/Münih' de dünyaya geldi. Üniversite öğrenimini Viyana' da felsefe ve psikoloji dallarında yaptıktan sonra mezun oldu ve film eleştirmeni olarak sinema hayatına başladı. Ardından kısa bir süre alman televizyonu "Südwestfunk" da editör olarak çalıştı. Kamera arkasına geçişi öncelikle televizyon filmleri için olmuştur (1973). Uzunca bir süre televizyon yönetmenliği yaptıktan sonra tarzı ve gerçekçi bakış açısı nedeniyle (ki bu açıdan Gaspar Noe ile karşılaştırılabilir) ses getiren ilk sinema eserlerini üçleme olarak sinema dünyasına kazandırdı. Cannes film festivalinde "The Piano Teacher" filmi ile 2001 yılında "Grand Prize", "Le Ruban Blanc" filmi ile de 2009 yılında "Altın Palmiye" ödüllerini kazanmıştır.

Yönetmen koltuğunda oturduğu filmler
2007 Funny Games U.S.-2005 Caché aka Hidden-2003 Le Temps du Loup aka The Time of the Wolf (U.S. title)-2001 La Pianiste aka The Piano Teacher (U.S. title)-2000 Code Inconnu: Recit Incomplet De Divers Voyages aka Code Unknown (U.S. Video title)-1997 Das Schloß aka The Castle (U.S. title)-1997 Funny Games-1995 Der Kopf des Mohren aka The Moor's Head1994- 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls aka 71 Fragments of a Chronology of Chance-1992 Benny's Video-1989 Der 7. Kontinent aka The 7th Continent

http://blogs.suntimes.com/scanners/mhk.jpg
Michael Haneke yönetmenler arasında saf şiddetti en iyi yansıtarak "duygusal buzlaşmayı" en iyi şekilde anlatır. Modern toplumdaki insanlık problemlerini ve bunalımlarınıda eline alan yönetmen herkesin rehatça seyredemeyeceği filmler ortaya çıkarsa da o yaşayan efsane yönetmenler arasındadır.
Peki bu adam filmlerinde neleri konu alır? İnsanlar arasında yabancılaşmayı,saf ve duru nedensiz şiddeti,duygusal buzlaşmayı,kişiler arasındaki iletişimsizliği,aile yaşantılığının monotonluğunu,yozlaşmışlığını ve izolasyo,ayrımcılığı,iki yüzlü devlet politikasını hedef alıyor.
http://www.telegraph.co.uk/telegraph/multimedia/archive/01184/arts-graphics-2008_1184982a.jpg

Michael haneke
filmlerinde seyircisini eğlendirmeyi değil, sarsmayı amaçlıyor. Onların rahatını bozmaktan hiç rahatsız olmuyor. Londra’daki Orta Avrupa Kültürü Festivali’nde gösterilen beş filmlik retrospektifini izleyen seyircilere filmlerini “Size huzursuz seyirler dilerim” diyerek sunmuştu. Haneke’nin filmleri, basit olmamakla birlikte, seyircinin kolayca ulaşabileceği, anlaşılabilir filmler. Michael Haneke, artık sevmesini, hatta nefret etmesini bile bilmeyen bir toplumu anlatıyor. Amacı ise çevremizdeki dünyaya karşı duygu ve tepkilerimizi bilemek, çünkü özellikle medyanın onları kütleştirdiğine inanıyor. Zamanlama, gerilimi tırmandırma ve mantıklı bir olay örgüsü kurma gibi standartları reddediyor; izleyicilerini sıkmak, kızdırmak ya da hayal kırıklığına uğratmaktan çekinmiyor. eyircisini rahat sinema koltuğunda rahatsız ederek, aslında filmin kahramanlarının, kanın akmasını başlatan kişilerin bizler olduğumuzu hatırlatıyordu. Şiddete gerçek özelliklerini kazandırıyor, onu sinemasal taklitlerden uzaklaştırıyordu.Michael Haneke dünya sinemasına özellikle korku sinemasına gelmiş bir nimettir.

“Size huzursuz seyirler dilerim” - M. Haneke

M.Türkan

Aslan İle Kuzunun Aşkı

| | 0 yorum

Her zaman güzel bir konu olan vampir edebiyatı her yıl yeni eserlerle güçlendirilmekte. Son yıllarda bu türden nemalanan bir isim de Stephenie Meyer oldu. Ve galasıyla birlikte sinema tarihinin en iyi filmi geliyor dedik. Fakat Twilight o kadar başarılı bir film olmasa da. Gençlere kendini sevdiren Fan yaratan bir film ve 5 kitaplık bir seri olmaya başardı. Bunun üzerine gençlik-korku türünde olan bu filme bir göz atalım dedik.

http://teenhollywood411.files.wordpress.com/2009/04/021908_twilight.jpg?w=403&h=308

Konumuza bakacak olursak Bella Swan (Kristen Stewart) annesini bırakıp polis olan babasının yanına, ufak bir kasaba olan Forks şehrine taşınır. Okulun ilk gününde pek de iyi bir etki bırakmayan Şehrin hekiminin küçük oğlu Edward Cullen(Robert Pattinson) ile ilerleyen günlerde nefretten aşka dönen ilişkileri Cullen ailesinin sırrını öğrenince daha da derinleşir. Cullenlar bu güneş görmeyen şehirde insanlara bulaşmadan sonsuz yaşamlarında huzur arayan bir vampir ailesidir. Ancak şehre yeni bir vampir grubu gelmiş ve dost canlısı kasabalıları tek tek avlamaya başlamıştır. Bu grubun en piskopatı James, Bella’nın Cullenlar tarafından sahiplenildiğini anlayınca kızın peşine düşer ve heyecanlı(!!) bir kovalamaca başlar. Filmin son 20 dakikasında başlayan aksiyon aksiyon seven sinema seyircisi ne kadar bu filmden geri itse de sonuçta şuana kadar yapılmış en iyi vampir filmi olduğunu altını çizerek söylemekte fayda var. Sonuçta başrolde oynayan aşıkların gerçek hayatta sevgili olmaları romantik sahneleri gerçekçi kılmış.

http://www.hotgothiclayouts.com/twilight/twilight-16.jpgFilmin ana karakteri Bella’yı oynayan Kristen Stewart çok yerinde bir seçim. İlk bakışta vurulacağınız bir güzelliği yok. Normal bir genç kız. Romanda verilen sakar kız imajını da çok iyi yansıtıyor. Onun için ona bir tebrik lazım. Robert Pattison’da oyunculukta Kristen’dan geri kalmıyor. Özellikle onun seçilmesini kızları sinemaya bağlamaya çalışma hareketi olarak görüyorum özellikle 16-17 yaşındaki kızların bağırtılarınıda duymak mümkün.

Twilight’da da gün ışığına çıkma olayı değiştirilmiş normalde gün ışığında yanan vampirler güzellik maskeleri düşen ve gerçek yüzlerini gösteren yaratıklara dönüştürülmüş. Ama bence gayet güzel olmuş ki klişelere takılı kalmaması lazım olan bir filmdi zaten. 373 milyon hasılat yapmış bir film olarak diyorum yılın en iyi iş yapan filmi.Şans vermeniz lazım. Sonuçta gençlere yönelik bir film gençler beğendiyse bize laf söylemek geçmez. Yıldızlı peki veriyorum Alan ile kuzunun aşkına.

Mustafa Türkan

Fransız Korku Sineması Dalgaları

| | 0 yorum

Fransız sinemasının ‘sanat filmi’ üreten bir zihniyetle sinema külliyatında yer aldığını cümle alem bilir. Ama Frabsa ilk başlangıçlerı olan yüksek tansiyon ile korkuya yeni bir dalga getirdiler. Son örnekleri olan İşkence Odası ile yeni bir soluk getirme çabaları sonuç verdi. Ve olumlu tepkiler aldılar. Peki Ya bu Fransızlar nasıl oldu da korku ikolü yaratma çabasına girdiler. Fransızlar hani aşkan romantizm’den başka bir şey anlamazlardır.

http://i40.tinypic.com/a2ghgi.jpg

Ancak ülkenin korku sinemasında altı yılda boy gösteren atılım, bir şekilde geriye dönüp ‘böyle bir yükseliş nasıl olabilir?’ diye sorgulamamıza sebep oluyor. Zira ülke sinemasının geleneğinde kara film olsa da ve hatta George Melies’nin katkılarıyla sayısız fantastik yapıt üretilse de ‘korku’ denince aklımıza gelen ‘önemli yapıtlar’ın sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Örneğin kara film üretimiyle dikkat çeken Henri-Georges Clouzot’nun “Şeytan Ruhlu İnsanlar”ı (“Les Diaboliques”, 1955) gotik alt türünün bir örneği olarak türe ucundan dahil edilebilir. Ancak tarihteki en önemli Fransız korku filmi kuşkusuz “Les Yeux Sans Visage”dır (“Eyes Without a Face”, 1960). Georges Franju’nun ilk filmi, bazı kaynaklara göre Fransız Yeni Dalgası’nın milatlarından biridir. Buradan yola çıkınca da ülke sinemasının kaynağında ‘bir korku filmi’nin işlevsel bir rolü olduğunu görebiliyoruz.

FİLMLERE GÖZ ATALIM.

Bence fransızlara bir tebrik borcumuz olmalıdır. Sonuçta ne kadar filmleri pek sevilmesede durmadan ucuz b-movie korkuları ile ayakta durmaya çalışan Fransızlar bir başarı öyküsüne imza attılar. Hadi gelin filmleride inceleyerek fransızların nasıl korku dalgasına girdiği görelim.

Herşeyin başlangıcı bana sorarsanız Yüksek Tansiyon oldu. Yüksek Tansiyon ne kadar güzel ve vurucu bir filmde olsa kendi ülkesinde korkuya öcü gibi bakan insanlardan destek alamadı. Ama bu yinede yurt dışındaki başarısını durduramadı. Peki ama Yüksek Tansiyonun kaynağı neydi? Kaynağına ise 70’ler İtalyan korku sinemasındaki tür kırması örnekleri ve onların stilize görsel yapılarını, 60’ların istismar filmlerini, 70’lerin Amerikan slasher filmlerini alırken, arka planına da elbette ‘Fransız sanat sineması’ geleneğinin alt metinlerini yerleştiriyordu. Zira film, özünde lezbiyen bir aşk hikayesiydi. Ancak bu öykü, slasher, istismar filmi ve splatter film kalıplarıyla anlatılıyordu. Zaten bütün özgünlüğü de buradan geliyordu. Hem psikolojik ve felsefik olarak zengin, hem de korkutucu ve mide zorlayıcı bir filmdi. Eskilerde unutulan İstismar sineması ögelerini günümüze getiriyor ve bizi son derece zorluyordu. Ama yinede modernleşen insanların olaylara modern bakış açısı bir İstismar sineması örneği olmasını engelledi. Ama yüksek tansiyonun son derece güçlü bir film olan Teksas Katliamından güç alarak Kırsal kesimde yaşayan insanların şiddette yakınlığını anlatmayı son derece iyi başarıyordu. Filmin son dakikalarında bizi ters köşeye yatıyor ve akıl almaz finalinde de insanlara kendini sevindiriyordu. Peki ya Yüksek Tansiyondan sonra ne oldu?

http://yenisafak.com.tr/resim/site/sinirda0e7f668b0e67cb30by.jpg

3 Sene İçinde Fransızlar Kendi Adlarını Taşıyan Bir Korku Alt Türü Yarattılar. Bunun adına da biz “Yeni Fransız Dehşet Sineması” dedik. Bir kaç pisikolojik gerilim filminden sonra(Kutsal Bakire) sinema filmleri değişmeye başladı. 2006 yılında Sheitan ve Onlar,2007 yılında ise İçerde ve Sınırda bu geleneği sürdürmeye devam etti. Şimdi kısaca biraz onlara da göz gezdirelim. Sheitan el kamerasıyla çekilen kırsal bölgede şeytana tapan insanları anlatıyordu. Yine kırsal kesine yapılan bir gönderme niteliğinde olan serbest bir deneme olarak görülür. Fakat istismar seviyesi oldukça yüksek tir. Onlar ise yine aynı kırsal bölgedeki şiddeti tema edinip buna gerçek bir hikaye deyip katilin kim olduğunu belli etmeyen bir filmdi. Çoğu kişi tarafından başarılı buldu. Atmosfer olarak gayet başarılıydı. Aslında bölgedeki çocuk çetesine dayanan konusuyla diğer korku filmlerinden kan oranu apacık belli olacak şekilde düşüktü. İçerde Ve sınırda ise bunların arasında en cesuruydu. Ama cinsellik açısından bakılırsa da Sheitan son derece cesurdu. İçerde kapalı mekanda iki kadının mücadelesi anlatan klostrofobik atmosferi ile itelyan filmleri gibi türü belirsiz filmlere sınıfına götürüyor. Film hem kan hem atmosfer bakımından son derece başarılı bir korku filmi sunuyordu. Sapına kadar bir istismar filmiydi.

Sınırda ise içindeki politik göndermeleri ile gerilim filmi başlasa da yamyam nazi ailesini anlatmaya başlamasıyla istismar filmine dönüşüyordu. Kan oranı yine yüksek olan bir yapımdı. İçerde ve sınırda fransız sinemasında korku anlayışı belirlediler. Türler arasında geçişler yapan gore dozu hayli yüksek bir sinema yarattılar.

http://sinemaseyret.turkblog.com/public/blogs/sinemaseyret/2009/05/04/i__k.jpg

Fakat fransız sinemasına yenilik getirmiyorlardı. Günümüze bakarsak bu yıl çıkan İşkence odası yüksek tansiyondan sonra en yenilikçi olanıydı. İlk 45 dakikası gerçek şiddet iken devamında pisikolojik-gerilimi andıran atmosferden güç alan bir yapımdı. Çoğu sinema sitesine göre 3 bölümdü. İşkenceden kaçış,evde işkence,işkence seansı…70 lerde gördüğümüz cesur korku sinemacıları şu an 2000 lerin Fransız yönetmenlerinde görüyoruz. Fransız sineması kadınları şiddette kullanan,alt türlerde gezinirken bize değişik duygular yaşatan lezbiyenlik ve pisikolojik temalarını kullanan yeni bir cesur sinemacılık dalgası.

Mustafa Türkan

Cannibal holocaust

| | 0 yorum

60 ülkede yasaklanan İtalyan yapımı Cannıbal Holocaust’un hala gerçek bir snuff olup olmadığı tartışmaları devam ediyor. Yönetmenin bu tartışmalar yüzünden 1 ay hapis yattığı film son derece mide zorlayıcı filmler arasındadır. Bir istismar sineması örneğidir. Günümüzde bile izlenmesi zor grafik şiddetti içermektedir. Belgesel gibi el kamerasıyla çekilmesi filmi son derece gerçekçi kılmıştır. Filmde grafik şiddetti sizi rahatsız etmese bile filmin can alıcı yerlerinde çalan sinir müzik kesin sinirleri bozacaktır. Filmlerde kötü oyunculuklardan bile bahsetmiyorum.

Filmin ilk yarısı profesörün kayıpları aramasını ikinci yarısı ise çoğunlukla orada olan biteni, ele geçirilen video görüntülerinden izlemekle geçiyor. Bu yüzden bazen sıkılabilirsiniz. Bu arada snıff konusuna bir dönelim. Film gerçek bir snuff değil bu bir efsane. Fakat hayvanlar gerçekten öldürüldüğü için türe en yakın filmlerden biridir. Ama bu film ne kadar vahşette olsa Uygar ile ilkel arasındaki farkı en iyi anlatan sanatsal filmlerden iyi oyunculuk olsaydı. Şu an kült korku filmleri arasına bile girebilirdi.Gel gelelim video olayına…

Aslında bu video olayı iyi bir fikir. Görüntülerde yaşanan bozulmalar, zamandaki atlamalar, belgeselcilerin gitgide sapıtması iyi düşünülmüş. Ama burada duygusal açıdan izlediklerimizin etkileyici olması için o kişilere sempati duymamız lazım ama ne mümkün, o kadar kötü gösterilmişler ki hiçbir şekilde onlar hakkında üzülmemize imkan yok hatta bir yerden sonra ölmelerini bile isteyebiliriz. Keza yerliler de çoğu sahnede yaşamayı haketmeyen vahşiler olarak gösteriliyor. Geleneklerine hakaret edildiği için çıldıran yerliler sanırım çok daha mantıklı olurdu. Bu filmden çıkartmamız gereken ders ne kadar eğitim alsak bile bazen insanların ilkel insanlar gibi vahşi ve acımasız olduğunu gösteriyor. Gösteriyor ama film mantıksız ki iyi yönlerini çıkartamıyoruz. 5 m ötelerinde arkadaşları ikiye ayrılırken onu kameraya çeken arkadaşlar çok mantıksız olmuş. Ya insan yardım eder ya da kaçar. Bu film bittikten sonra aklınızda eminim ki grafik vahşetinden başka birşey kalmayacaktır.

Ama efektler konusunda tebrik etmek gerekir o kadar gerçekçi olmuş ki bazı yerlerinde oturdum düşündüm bu kazığa oturtma ve penis kesme sahnelerini nasıl yapmışlar o zamanın teknolojisi ile şimdi bile zor olan işi değil mi?

Tüm bu hayvan katliamı, oldukça gerçekçi insan öldürme sahneleri, şok eden dini ritüeller ve geleneklerin (Tükürükle mayalanan içkiyi içmek, yeni doğan bebeği gömmek vb.) olduğu sahneler ister istemez ekran karşısına izleyiciyi kilitliyor. Beraberinde doğal ortamın sağladığı iyi bir atmosferi ve tedirginlik hissi var. Ben filmin affedilemez yönlerine rağmen yarattığı bu atmosferi beğendim. Diğer çok tepki çeken filmlere (Faces of Death, Guinea Pig vb.) nazaran daha olumlu yorumlar almasını da buna bağlıyorum. Yoksa O kadar başarılıda değil.

Mustafa Türkan

Popüler Korku Türü Teen Slasher

| | 0 yorum

Eski sanatsal gerilim filmlerini izleyenler azalmış. Dario Argento gibi sanatsal gerilim çeken yönetmenler unutulmaya yüz tutuyor. Çağımızın yeni modası teen slasherler peki nedir teen slasher?

Slasher film , insanların katledilmelerini ya da korkunç ölümlerini gösteren korku filmlerine denir. 70′li yıllarda ortaya çıkan bu film türü 80′li yıllarda altın yıllarını yaşamıştır. Slasher filmlerinin de bir alt türü vardır.Bu tür ilgi çektiği için ortaya çıkmıştır.Bu alt türün adı ise “teen-slasher”‘dır. Teen slasher, gençlerin öldürüldüğü ya da öldüğü filmlere denir. En iyi Teen Slasher örnekleri;

  • Cadılar Bayramı
  • Teksas Testere Katliamı
  • Elm Sokağı Kabusu
  • 13.Cuma
  • Son Durak

http://www.slashfilm.com/wp/wp-content/images/mandy-lane.jpg

  • ÇığlıkTürün başlangıcını büyük usta Hithchcock‘un 1960 yılı yapımı başyapıtı “Sapık”a (“Psycho”) kadar götürenler olsa da türün olmazsa olmazlarından olan ‘gore’ öğesini kazanması 1974 yapımı “Texas Chainsaw Massacre”la gerçekleşti. Gelin 70′lerin ikinci yarısıyla sinema dünyasına damgasını vuran türün bazı klasiklerini hatırlayalım: “Texas Chainsaw Massacre” (1974)
    Tobe Hooper imzalı bu film, gerek yarattığı karakterlerle gerekse gerilimi tırmandırmada izlediği yolla “Halloween” dahil birçok filme ilham kaynağı oldu denebilir. Şiddet dozunu ayarlamadaki başarısı, izleyiciyi kurbanla özdeşleşmeye zorlayan yapısı, sapık katili bir maske arkasına gizlemesi, türün klasikleri haline gelecek filmler dahil olmak üzere birçok filmde taklit edildi. Sapık katilin kullandığı elektrikli testere ise, yalnızca teen-slasher türünde değil, sıradan macera filmlerinde bile bu filme saygı duruşunda bulunmak için kullanılacak bir ikon haline geldi. “Halloween / Cadılar Bayramı” (1978)
    Birçok kişi türün gerçek başlangıcı olarak usta John Carpenter‘ın Halloween‘ini kabul eder. Film, sapık katili her tür sosyal etkiden uzakta, doğuştan kötü olarak çizmesiyle, onun bu hale gelmesinde hem psikolojik hem de sosyolojik her tür açıklamayı dışlar. Kötülük Michael Myers‘ın genlerinde vardır. Bunun dışında, Myers‘ın kadın düşmanı olması, ebeveynlerinin evde olmadığı akşamlarda erkek arkadaşıyla oynaşan genç kızları kurban olarak seçmesi ve onun zulmünden tek kurtulanın daha münzevi (muhtemelen bakire) bir karakter olması, türün izleğini oluşturacak özelliklerden birkaçı. Tabii ki “katilin cesedi filmin sonunda bulunamadıysa”, yönetmenin aklında bir devam filmi olduğunu düşünmemiz gerektiğini bize öğreten de “Halloween” oldu. “Friday the 13th / 13.Cuma” (1980)
    “Halloween”de Carpenter‘ın kullandığı birçok şeyi taklit etmesiyle, “Friday the 13th” (“13. Cuma”), türün kendi geleneğini, kendi şablonlarını oluşturmasına aracılık eden ilk filmdir. “Halloween”deki öyküyü daha çok kan ve cesetle süsleyen film, mekânı Amerikan banliyösünden alıp göl kenarındaki kamp yerine taşımasıyla, doğanın tekinsizliğinden de faydalanıyordu. Filmin türe en büyük katkısı bir koreografiye dönüştürdüğü cinayet sahneleri ve ‘ahlâksız’ gençlerin bu türde yaşama şansları olmadığını izleyicinin zihnine kazıması oldu. Sapık karakterinde anne ile oğul arasında kurduğu bağla “Psycho”ya yaptığı gönderme, türün atası olarak Hitchcock‘u görenler tarafından coşkuyla karşılanmıştı. “A Nightmare on Elm Street / Elm Sokağı’nda Kabus” (1984)
    Freedy Cruger, ‘teen slasher’ türü içinde bizim kuşağın en iyi hatırladığı sapık katildir herhalde. Ne de olsa filmlerini televizyonlarda defalarca izledik ve ölümüne üç boyutlu gözlüğümüzü takarak oturduğumuz sinema koltuğunda tanık olduk. Daha sonra “Scream”i yöneterek tür içinde bir devrime daha imza atacak olan Wes Craven, tür içinde günahkâr gençlerin öldürülmesi şablonunun yerine, ebeveynlerinin hatalarının bedelini ödeyen gençlerin öldürülmesini oturtarak bir ilke imza attı. Ayrıca Freedy‘nin, öldürüldükten sonra bilinçaltına sıçraması ve varlığını orada sürdürmesi, filmi hem farklı okumalara açık hale getirmiş, hem de izleyiciyi de kurbanlar gibi çaresizlik içinde bırakmıştı. Ne de olsa Elm Sokağı’nda geçen gecelerden sonra birçoğumuz Freddy tarafından ziyaret edildik. “Scream”den sonra yeni dönem ‘teen slasher’lar Yukarıda saydığımız klasiklerin tümünün devam filmleri de yapıldı. 80′lerin ilk yarısında, gerek bu devam filmleriyle gerekse yeni yapılan filmlerle tür altın çağını yaşadı denebilir. Ancak, gişede belirli düzeyde başarı elde etmesi nedeniyle, yapımcıların devam filmlerine destek olması ve senaristlerin yaratıcılık krizine girmesiyle ’slasher’ türü 80 sonlarında düşüşe geçti. Bu düşüş, 1996 yapımı “Scream”e kadar devam etti. “A Nightmare on Elm Street” gibi bir klasikten sonra Wes Craven, Scream filmiyle türde ikinci perdeyi açtı. Bu dönemde öne çıkan filmlerin bazıları: “Scream / Çığlık” (1996)
    “Scream”in senaryo yazarı Kevin Williamson, pekçoğumuzun farkında olduğu bir şeyi kaleme aldı: Korku filmleriyle büyümüş bizler, türün tüm şablonlarına hakimdik artık. Dolayısıyla, sevişirken ölen, katille evinde karşılaştığında nereye kaçacağını dahi bildiğimiz kurbanlar ya da gizemli ve ‘cool’ sapık katiller tatmin etmiyordu bizi. İşte “Scream”, bu ortamda kurban konumundaki karakterlerini de olacaklar konusunda izleyici kadar bilinçli yapmasıyla türe bir yenilik getirdi. Ancak, bu bilinçlilik hali sonucu değiştirmiyordu. Hatta nasıl öleceğini bile bile ölen kurbanlar aracılığıyla film, türün klasiklerine kahkahalarla gülen yeni kuşak izleyiciyle dalga geçiyordu bile diyebiliriz. “Scream”, 90′ların ikinci yarısında ‘korku filmi olduğunun farkında’ olan filmler için bir başlangıç oldu (Hatta “Scream 2”de Craven bunu bir adım öteye taşıyacak ve ‘devam filmi olduğunun farkında olan bir korku filmi’ yapacaktır). “I Know What You Did Last Summer / Ne Yaptığını Biliyorum!” (1997)
    Yine Kevin Williamson imzalı bu film, doğal olarak “Scream”in açtığı yoldan yürüyordu. Filmdeki kurban karakterler, bu sefer korku filmi klişeleri yerine, bu filmlerin birçoğunun dayandığı yerel efsaneler konusunda bilgi sahibiydi. Ama “Scream”de olduğu gibi bilgi sahibi oluşları bir işe yaramıyor, sadece çaresizliklerini perçinliyordu. “Ne Yaptığını Biliyorum” (“I Know What You Did Last Summer”) da “Scream” gibi, hem türün klişelerini, hem onlara kaynaklık eden yerel efsaneleri kullanıyor; hem de izleyiciyi korkutmaya çalışıyordu. Açık olan tek şey, izleyicinin pek korkmadığı. “Urban Legend / Gerçek Efsaneler” (1998)
    Jamie Blanks imzalı “Urban Legend”, tür içindeki filmleri ya da onlara kaynaklık eden efsaneleri değil, internet sayesinde kitle iletişiminin inanılmaz bir hız kazandığı günümüzde, ‘chat’leşirken birbirimize anlattığımız ve ‘bunu başka bir yerde daha duymuştum’ hissi yaratan modern efsaneleri çıkış noktası olarak alıyordu. Filmin sapık katili, bu efsaneleri bilen ve eğlenmek amacıyla sürekli olarak birbirlerine anlatan kurbanlarını yine bu efsaneleri taklit ederek öldürüyordu; dolayısıyla “Urban Legend” da “Scream”in açtığı yolda, kendinin farkında olan bir film olmayı sürdürüyordu. “The Faculty / Fakülte” (1998)
    Senaryosuna yine Kevin Williamson‘ın imza attığı ve Robert Rodriguez‘in yönettiği “The Faculty”, bilimkurgu janrıyla ‘teen slasher’ı karıştırmasıyla dikkat çekiyordu. Don Siegel‘in başyapıtı (daha sonra 1978 yılında Philip Kaufman tarafından yeniden çekilen) “Invasion of the Body Snatchers”taki, uzaydan gelen garip bir yaşam formunun insanların vücudunu ele geçirmesi teması üzerine kurulu film, bu özelliğiyle ‘teen-slasher’larda zaten varolan paranoyayı üst düzeye çıkarmayı amaçlıyordu. Liseli gençlerin, öğretmenlerinin gerçekten öğretmenleri mi olduğu yoksa uzaylı mı olduğu paranoyasını, ‘teen-slasher’lara has bir öldürülme korkusuyla harmanlayan film ilginç bir denemeye soyunsa da eleştirmenler tarafından pek beğenilmedi. Ne yazık ki, “Scream”le başlayan bu ikinci furyanın aktörleri de tarih derslerini pek iyi çalışmamıştı. İlk dönemde türün inişe geçmesini sağlayan tüm hataları tekrarladılar. İlk dönemdeki filmler nasıl “Halloween”ı şablon kabul edip, onu taklit etmeye çalıştıysa bu filmler de gişe başarısını getiren “Scream”in yolunda ilerlemeyi tercih ettiler. Filmlerin senaryolarında ve anlatım yapılarındaki benzerliklerin yanında oyuncu seçiminde de aynı eğilimi gösterdiği gözleniyordu. Hepsi TV’de ünlenen genç yüzleri kullanıyordu. Yüzleri çabuk tüketilemeye çok elverişli olan bu isimler, izleyicinin bu filmleri aynıymış gibi algılamasına yol açıyordu. Ve tabii ki biraz ses getiren her filmin devamı yapıldı. 2000 yılında “Scream 3” vizyona girdiğinde, bu türde yapılmış her şeyi şikayet etmeden izleyen fanatikler bile “Ne izleyeceğimi çok iyi biliyorum, bu filme niye gideyim ki?” havasına bürünmüştü. İlginç olan, filmlerin gittikçe kötüleşmesiyle kurtulma umudu olarak yine klasiklerin görülmesi. Geçtiğimiz sezon izlediğimiz “Korku Bayramı 2 (Halloween: Resurrection)”, “Halloween” hayranlarının da zaten fazla olmayan beklentilerinin- bile karşılamaktan çok uzaktı. Keza, yine geçen sezon, sessiz sedasız vizyona giren “Hasat” da korku filmi meraklıları arasında bile bir kıpırdanma yaratamadı. Yüm bunlar türe dair, yaratıcı bir çıkış umutlarını günden güne azaltırken yapımcıların ve de dağıtımcıların, ısrarla sıradan ’slasher’lara para yatırması gerçekten ilginç. Bu hafta vizyona giren “Korku Kapanı” (”Wrong Turn”) da maalesef bu sıradanlık halkasına eklenen bir film olmanın ötesine geçemiyor. Israrla teen-slasher alt-türünün üstüne gidenler, “Scream”e kadar yaşanan tıkanmada, pek çok yönetmenin yaptığı gibi, çözümü yine yanlış yerlerde arıyorlar. Türün fanatikleri ise ikinci bir “Scream” vakasının ne zaman gerçekleşeceğini merakla bekliyor…

http://img2.timeinc.net/ew/dynamic/imgs/071029/horrormovies/texas_l.jpg

Ziyaretçiler SonYılların En başarılısı

| | 0 yorum

Öncellikle sinemaya dönüşünü ziyaretçiler filmi ile yapan Liv tyler’a hoş geldin demek isterim. Liv Tyler’ın başrolde oluşu da güzellerin ve yakışıklıların kaderi olan “rolün hakkından gelebilir mi ki” sorusunu gündeme getiriyor bu filmle ilgili. Fakat filmi izleyince yönetmenin bu bebek yüzlü kızımızı niye seçtiğini anlamak zor olmuyor. Tyler, dehşeti ve çaresizliği oldukça başarılı mimiklerle hayata geçirmiş, ağlamaklı bakışlar o bebek suratta çok doğal durmuş. Yapı olarak da iri olduğundan, kaçmak, kendini korumak gibi efor gerektiren durumları iyi kurtarmış.

Filme geri dönecek olursak, konu itibariyle “Diğerleri” benzeri olduğunu duyarak gitmiştim ama tek benzerlik bir evin içinde bitmek bilmez bir gerilimle saklambaç oynayan ve birbirlerine korku saçan insanlar, diyebiliriz. Bu benzerliğin dışında “Diğerleri” gibi başarılı bir filmle aynı kefeye konacak nitelikte olmasa da, “Ziyaretçiler”, korkutmayı, germeyi hedefliyor ve bunda da başarılı oluyor.

Filmin başlarında küs olduğunu anladığımız çifti görüyoruz.Ama çiftin üzerine odaklanmıyor. Bu anlamda gereksiz karakter analizlerine girmemesi ve işimize yaramayacak bilgiler vermemesi gerçekten de bir artı filmle ilgili. Çift en gergin anda çaresizce çıkış yolu ararken, erkeğin kadına geçmişte söylediği küçük bir yalan ortaya çıkıyor ki, bu detay belki biraz da geçmişle ilgili bilgi verelim diye konmuş ama buradan yönetmeni temin ederim ki o detayı vermese bile olurmuş.
Ama olsun fazla ayrıntı göz çıkarmaz.


Müzik, ses efektleri, klişe de olsa her zaman etkili olan birkaç detay (sallanan boş bir salıncak, arkasından ne çıkacağı belli olmayan perdeler…) bir araya gelince gerçekten de her anında diken üstünde oturtan bir korku filmi yapmayı başarmış yönetmen.Shyamalan’ın etkilerini gördüğüm bazı sahneler bana gerilim yaratmak adına fazla yapay gelmiş olsa da (bisikletli çocukların daha ortada hiçbir şey yokken suskun ve gergin halleri gibi…) Shyamalan yapınca nasıl bazı şeyler nedensiz niçinsiz kabul ediliyorsa bence geç yönetmen Bryan Bertino’ya da bu filmde bu hakkı tanıyalım derim. Son yılların en iyisi olduğunu düşünüyorum. Ve sitede bulunan en iyi 50 korku filmi listesini zorlar.

İstismar Sineması

| | 0 yorum

Soldaki Son Ev Sinemlarada boy göstermeye başlarken ne dersiniz şöyle bir istismar sinemasını en ince detayınına kadar incelesek mi ne dersiniz?

İstismar filmlerinin tarihine, alt türlerine ve Tarantino bağlantısına geçmeden önce istismar filmlerini bilmeyenler için önce türü tanımlayalım. Adından da az çok anlaşılabileceği üzere istismar filmleri, sinema seyircisinin seks, şiddet korku gibi konulara olan zaafını sömürmek ve izleyiciyi sinema salonlarına çekebilmek için az bütçeyle çekilen, konunun veya oyunculukların çoğu kez ikinci plana atıldığı, ucuz prodüksiyon ürünlerinin genel adıdır. Sinemanın para getiren bir iş olduğu anlaşıldıktan sonra, ki bu hemen hemen sinemanın doğuşuyla aynı tarihlere rastlıyor, istismar filmleri de beyazperdede boy göstermeye başladı. İstismar filmleri kategorisine girebilecek ilk filmler The Kiss (1896) ve Fatima’s Belly Dance (1897) olarak kabul ediliyorlar. Aslında bu filmlerde kullanılan istismar öğeleri sadece öpüşen bir çift ve göbek dansıydı.

Sinemanın alt türü olarak varlığını sürdürmeye devam eden istismar filmleri, gençlerde asiliğin ön plana çıktığı 1950′li yıllardan sonra çıkışa geçti. Ama asıl patlamayı 1960′lı ve 1970′li yıllarda yaptı. Ülkemizde de o yıllarda çekilen Dünyayı Kurtaran Adam, Kilink, Tarkan, Çirkin Kral gibi avantür filmler ile Barçala Behçet, Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak, Beş Dakikada Beşiktaş gibi seks filmlerini de istismar filmleri arasına eklemek mümkün…

İstismar sineması da kendi içinde alt türlere ayrılıyor. Şimdi bu alt türlere bakalım;

► Blaxploitation, özellikle Amerikan siyahi izleyiciyi hedef alan, başrol oyucularının, yönetmenin, hatta senaryo yazarlarının bile siyahi olduğu filmlere verilen isim. Türün en bilinen filmleri, Shaft (1971) ve Foxy Brown (1974). Dönemin yaratıklı filmleri de türe sadık kalınarak Blacula (1972), Blackenstein (1973) gibi isimlerle yeniden çekildi. Tarantino’nun Jackie Brown (1997) filmi de, türün kraliçesi kabul edilen Foxy Brown filminin de yıldızı Pam Grier’in başrolü oynaması ve siyahi izleyiciyi hedef alması nedeniyle bu türe atıfta bulunuyordu.

► Giallo, İtalyanca sarı anlamına gelen bu kelime, İtalya’da bir dönem sarı seri olarak basılmış olan ucuz (pulp) polisiye/dedektiflik hikayelerinin bolca vahşet ve kan eklenerek sinemaya uyarlanmış haline verilen isimdi. Eurotrash gerilim olarak da bilinen türün en önemli yönetmeni Dario Argento olmasına rağmen bilinen ilk örneği, Mario Bava’ nın La Ragazza Che Sapeva Troppo (1963) filmidir. Ülkemizde içine biraz da seks öğeleri katılmış giallo türünde filmler de çekilmiştir.

►Snuff, bir insanın kamera önünde gerçekten öldürüldüğü iddiasında olan filmlere verilen isimdir. Ama gerçek bir örneği henüz bulunmamaktadır. Deep River Savages (1972) hayvanların gerçekten öldürüldüğü, kanlı vahşet görüntülerinin yeraldığı bir film olarak bu türe yakın bir filmdir. Türün en iyi bilinen örnekleri, uzun bir süre snuff olduğu zannedilen ve Blair Witch filmine de esin kaynağı olan Rugerro Deodato imzalı Cannibal Holocaust (1980) ve film yapımcıları Gualtiero Jacopetti ve Franco Prosperi’ nin sonradan shockumentary (şok edici belgesel) olarak adlandırılacak olan gerçek görüntülerden derleme Mondo (İtalyanca “dünya”) serisi filmleri Mondo Cane (1962) ve Face of Death (1978) filmleridir.

► Gore, kanın su gibi aktığı filmlere verilen genel isimdir. Vahşi cinayetlerin bol kanlı biçimde beyazperdeye yansıtıldığı bu türün bilinen ilk örneği, gore türünün babası Herschell Gordon Lewis’in Blood Feast (1963) filmidir. Dario Argento’ nun afişinde “Bu filmin son 12 dakikasından daha korkunç birşey varsa o da ilk 92 dakikasıdır” tümcesi yazan Suspiria (1977) filmi ve Zombie Holocaust (1979) gore türünün en bilinen filmleridir. Yine Tarantino’nun kankası Robert Rodriguez’le birlikte kotardığı From Dusk Till Down (1996) Tarantino’nun alt türlere olan tutkusunun bir ürünü olarak gore türüne örnek gösterilebilecek bir film olarak Tarantino filmografisindeki yerini almıştır.

► Eurotrash, Avrupa yapımı çöp filmlere verilen bu isim, genel olarak gialloları, gore filmleri, İtalyan zombi filmlerini kapsayan genel bir ifade olarak kullanılıyor.

Genel olarak alt türler bu şekilde tanımlansa da bu türlerin dışında kalan filmler de var. Uyuşturucu, değişim geçirip canavarlaşan hayvanlar, nudizm, eşcinsellik, işkence için kullanılan ev aletleri, naziler, bilim-kurgu temaları, cinsel hastalıklar, kadın hapishaneleri, zombiler ve akla gelebilecek bilimum manyaklık istismar filmlerinde kullanılan diğer temalardan bazıları. Seyirciyi salona çekmek için abartılı film sloganları kullanmak, film afişinde X ibaresine yer vermek istismar sinemasının diğer silahlarından bir kaçı.

Bilgilendirme kısmını burada bitirip işin Tarantino ve Death Proof (Ölüm Geçirmez) kısmına dönelim. Hemen hemen her fırsatta alt türlere olan hayranlığını dile getirmekten geri durmayan Tarantino ve sinemadaki yol arkadaşı Rodriguez, birlikte istismar filmlerinin kalıplarını temel alan bir film yapmaya karar verdiler. 60′lı 70′li yıllarda bu türe ait filmlerin sinemalarda 60-70 dakikalık 2 film halinde birlikte gösterildiğini göz önüne alarak birbirlerinden bağımsız 2 film çeken bu 2 yönetmen, filmlerini istismar filmi oynatan sinemalara verilen Grindhouse ismiyle gösterime sundular. Filmin ilk bölümü Tarantino imzalı Death Proof, ikinci bölümü ise Rodriguez’in Planet Terror filminden oluşuyor. Taranito’nun filmine esim kaynağı olan filmler arasında, Russ Meyer’in filmi Faster, Pussycat! Kill! Kill! (1965), Vanishing Point (1971), The Candy Snatchers (1973), Macon County Linen (1974), Dirty Mary Crazy Larry (1974), Switchblade Sisters (1975) sayılabilir. Rodriguez tarafından çekilen Planet Terror (Dehşet Gezegeni) filmine esin kaynağı olan filmler ise, The Thing (1982), Dawn of the Dead (1978), Zombie Flesh Eaters (1979), Killdozer (1974), Zombie Holocaust (1980), Eyeball (1975).

Biizmle Çalışın!

| | 0 yorum

kanlimesaiMerhabalar sizde gerilimahatti adındaki sitemizde yazar veya editör olarak çalışmak istemezmisiniz? Gerçek korkuseverseniz ve gönüllü olarak ben bu işi yapabilirim diyorsunuz bu sitede çalışmak tam sizlik.

mustafa_bjk274@hotmail.com mail adresine mail atarak bana ulaşırsanız mutlu olurum.

Soldaki Son Ev

| | 0 yorum

Tür : Gerilim / Korku
Gösterim Tarihi : 19 Haziran 2009
Yönetmen : Dennis Iliadis
Senaryo : Adam Alleca , Carl Ellsworth , Wes Craven
Yapım : 2009, ABD , 110 dk.

Oyuncular

Garret Dillahunt (Krug) , Michael Bowen (Morton) , Joshua Cox (Giles) , Riki Lindhome (Sadie) , Aaron Paul (Francis) , Sara Paxton (Mari Collingwood) , Monica Potter (Emma Collingwood) , Tony Goldwyn (John Collingwood)

Filmi hakkında görüşlerimi söylemeden önce konusundan bashetmek istiyorum.
Konudan bahsedersek;
Collingwood ailesi tatil için bir dağ evine giderler. Ailenin kızı Mari, orada Paige ile arkadaş olur.

Fakat bir çete tarafından iki arkadaş kaçırılır ve Mari ellerinden kurtulmaya çalışırken vurulur. Çete üyeleri kendilerine sığınacak bir ev ararken tesadüfen Mari’nin ailesinin evini bulur. Herşey ortaya çıktığında failler kurban durumuna düşecektir.

Wes Crave’nin ucuza küçük bir ekip ile çektiği aynı zamanda onun ilk filmi olan Soldaki Son Ev filmini hepiniz hatırlamış olmalısınız. Film sonrasında 70′lerin İstismar sinemasına adını yazdırmış ve çoğu yerlerde sansüre uğramıştır. Sansüre uğramasaydı,belkide başarılı olurdu diye düşünüyorum. Ama kesin olan birşey de değil. Yapımcı olarak tekrar çevirisini yaptığı Tepenin Gözleri’nin başarılı olduğunu görünce bence bu filmini 37 yıl aradan sonra tekrar çekmek aklına gelmiş olmalı.
Mari, kız arkadaşı ile beraber babasının arabasını alıp şehre indiğinde, hafif-meşrep Paige’in bıdıbıdısı üzerine onla birlikte mecburen markette tanıştıkları Justin’in otel odasına geliyor. Derken içeri Justin’in hapishaneden yeni kaçmış babası, kız arkadaşı ve erkek kardeşi girince ortalık şenleniyor. İlk filminden de hatırlayacağınız muhteşem bir arbedenin ardında bir Paige öldürülürken Mari, tecavüze uğruyor ve ölüme terk ediliyor.
Ve bizim katil ekibimiz o bölgede olan teş ev olarak Marinin anne ve babasının evine sığınıyorlar.

http://www.sinema.com/images/original/90280.jpg

Anne-baba gece ilerlediğinde ve durumu anladıklarında kararlarını vermekte gecikmiyorlar. Ve yavaş yavaş en sevdiğim noktaya geliyoruz avcı-ava dönüşüyor. Bu noktadan sonra film size sesleniyor siz bu aile yerinde olsaydınız ne yapardınız? Ve buradan da anlayacaksınız bu filmin bir zamanlar istismar sineması örneği olmasını içerdiği şiddet değil. Hoşgörülü bir ailenin acımasız katillere dönüşmesi izleyeciye vurucu gelmiştir. Ve bu yüzdende unutulmaz bir istismar sineması örneği olmuştur.
Tekrar çevrimleri ilkiyle kıyasladığımız için pek başarılı bulamıyoruz. Ama ben bu filmi tek başına kıyaslamadan incelediğimde Craven taşınması zor bir yükü çok başarılı bir şekilde taşıyor. Hem ilk filmi gibi olmayan bir film havasına girmiş. Ve son derece ciddi bir duruş segilemiş. O anlamsız mizaha pek girilmemiş. Ve ilk filmde sanki bizle eğlenircesine kullanılan folklore benzeyen müzikler yok.

Ve gel gelelim şiddet konusuna soldaki son ev aşırı şiddet gösteriminden kaçınan daha çok gerilim filmi havasında duran bir film olmuş. Zaten Saw ve Hostel serisindeki şiddeti görmüş birileri olarak bu filmdeki şiddet bize az bile gelecektir.


Elbette Craven’ın orijinal yapımının die-hard fanları için tatmin edici olmaktan uzak yeni “Soldaki Son Ev”, ama bir yeniden çevrim olarak değil de bağımsız bir yapım olarak ele alındığında, mesajını son derece ciddi ve etkili bir biçimde iletmeyi, üstelik de bunu temel aldığı ilk filmin yapısını ters yüz ederek başardığı kanısındayım.

Mustafa Türkan(Stephenking)Gerilim Hattı Admin

Kan oranı=10/6 Gerilim=10/8 korkumetre=10/5

Kimler izlemeli?
- İstismar filmlerinden hoşlananlar
- Yeni teknolojiyle Wes Craven filmleri nasıl olurdu merak edenler
Kimler izlememeli?
- İntikam filmlerini etik bulmayanlar
- İstismar filmlerinde şiddetin gösteriliş biçimini onaylamayanlar.

Ölümcül oyunlar(Remake)

| | 0 yorum

Korku sitesi bu filmin asıl yapımı inceleyince bende remakesi incelemek istedim. Ölümcül Oyunların konusunu çoğu sinema izleyicisi anlamıyor filmin konusunu şöyle düşünün ’ın varoluşundaki amaç, bana o klasik baba-oğul sigara senaryosunu hatırlatıyor. Sert babaların yaramaz çocuklara ders vermek amacıyla başvurdukları bu senaryonun, alkolden uyuşturucuya uzanan değişik versiyonlarını duymuşsunuzdur. Fakat ben en basit örneğini öne süreyim: Disiplinci Baba, çocuk yaşta oğlunu sigara içerken yakalar. Oğlanı bir odaya kilitler, önüne on paket sigara atar ve sigaraların hepsini bitirmeden odadan çıkmasını yasaklar.

Babanın teorisi şudur: Kısa sürede ekstrem oranda sigara içmek zorunda kalan çocuk, abartı sigara tüketimi yüzünden hasta olacaktır. Bu sayede hayatı boyunca ne zaman sigara görse iğrenecektir ve bir daha içmek istemeyecektir. Bu yaklaşımın geçerliliği ve insancılığı saatlerce tartışılabilir tabii ki işte Ölümcül oyunlar böyle bir şey…

Michael Hanekenin amacıda kurgusal şiddette alışmış. Amerikan seyircine nedensiz şiddettin (gerçek şiddetin) kötü yanını göstermek tabiki.

Peki asıl konuya gelirsek ;

Burjuva bir aileyi esir alan iki psikopatın, gece boyunca aileyi türlü işkenceden geçirmeleri etrafında dönüyor. Fakat bu sefer anlatım, kurbanlar yerine katillerin tarafını tutuyor. Yani bir süre sonra ne olursa olsun, katillerin kazanacağını biliyoruz. Hatta orijinal yapımın hayranlarına tanıdık gelecek bir uzaktan kumanda, bu durumun ne olursa olsun değişmeyeceğini kanıtlıyor.

Baş katil çoğu kez insanlara seslenip yıllarca bunlardan zevk aldığımızı anlatıyor. Eğer şiddet istiyorsak işte şiddet burada diyor. Ama bu sefer iyi bir sonun olmayacağını ahlaki üstünlüğümüzü koruyamayacağımızdan bahsediyor. Bu arada Paul rolünü oynayan Michael Pitt iyi bir seçim olmuş. Fakat Tim roth buraya ne kadar uymuş tartışılabilir.

Bu filmi izlerken kendimizi sorgulamaya başlıyoruz acaba gerçekten şiddette göz mü yumuyoruz. Artık nasıl toplumlar oluyoruz? Peki ya iki film arasında ufak farklar var ama genel olarak elimizde aynı filmler. Peki kötümü hayır ikisine de aynı aferini veririm.

Film tekrar çekim tarihi de yerinde olmuş. Tam bu zamanlarda şiddetle aklını yemiş toplumlara ulaşılabilir. İncelemeyi bir soruyla bitirmek istiyorum. 2 adet yumurta nelere yol açabilir?

Mustafa Türkan/GerilimHatti Admin

İçerde

| | 0 yorum

Son yıllarda Amerika korku sinemasını ayakta tutmak için j-korkuları çekedursun. Avrupa Korku Sineması özelliklede fransa’dan gayet başarılı filmler gelmeye başladı. Peki neden avrupa kazanmaya başladı. Çünkü eskiden insanlar remakelere “taklit aslını yaşatır” diye düşünüyorumdu. Ama zamanla insanlar “taklit aslını bozar” düşüncesini benimsedi. Ve remake görmekten sıkıldı. Bundan avrupalılar son derece akıllı bir şekilde yararlanarak vahşet gösterileriyle insanları sinemaya çekmeyi başardı.

İçerde Filminin berbat yapılan remakelerden ayıran bir çok özellik var ama içerde kan var. Hemde oldukça fazla yani bu filmdeki kanla binlerce hasta kurtulabilir desem abartılı bir ifade kullanmış mı olurum? Ben İçerde filmini susuz bir rakıya benzetiyorum.

Konuya gelirsek;

Sarah eşini kaybettiği trafik kazasından aylar sonra karnında taşıdığı bebeği doğurmaya karar veriyor. Hastaneye yatarak kontrollü bir doğum geçirmeden bir gece önce loş evinde tek başına dinlenirken (Avrupalı olmayan izleyici için komik olabilecek bir seçim) davetsiz bir misafir tarafından ziyaret ediliyor. Kazanın sürpriz kazazedesi Bayan Kadın (inanılmaz Beatrice Dalle) hamile kadını ortadan kaldırıp karnındaki bebeğe sahip olmak gibi sapıkça bir amaçla ve çeşitli kesici aletlerle beliriyor.

Film kapalı mekanda geçtiği için filmde neler olacağını tahmin edebilirsiniz. Bu arada da filmi sonu kurtarıyor. Malesef iyiler kazanmayacak bu filmde. Hardcore şiddete hamile bir kadının kullanılması ilginç bir fikir zaten fransızlarda da son zamanlarilginç fikirler geliyor.

Film son derece korkutucu ve gerilim yaratacak atmosfere sahip bir fransız hardcore şiddet filmi. Hatta bazı kesimlere göre istismar sineması.

Ben diyorum,bu fransızlardan korkulur. Komşunuz bir fransızsa bir kere daha düşünmek lazım değil mi?

Mustafa Türkan/Gerilimhatti Admin

Sınırda

| | 0 yorum

Son yıllarda 70′lerin eurohorror filmlerini andıran Fransız korku filmleri atağa geçti. Ve beyazperdeyi kana bulamaya devam edecekleri gibi duruyor. Bu filmi izlememi sağlayan şey üzerinde yazan “Bu film son derece gerçekçi vahşet sahneleri içerir” yazısı oldu. Çünkü kanın oluk oluk aktığı filmleri sevmiyorum desem de seviyordum. Filmi izlerken hep şunu düşündüm. Yine b-movie sınırları geçemeyen bir film izleyeceyiz. Faakt öyle olmadı. Aslında karmaşık duygular içindeyim şu an. Bir yanım filmi beğenmendi. Bir yanım hayran kaldı.

Sınırda başladığında politik çatışmalar içinde olan bir fransa görüyoruz. Bu da filmi kendi ayakları üstünde kalmaya çalışan bir yapım olarak gösteriyor. Bazı kesimlerden politikayı korku filmine alet ediyor gibi sert eleştirilerde asla son derece vurucu bir korku filmi. Beğenmemim sebebi ise otel klişesi ile başlayıp devam etmesi. Fakat bir korku filminde olması gereken herşey filmde var. Yani dert etmemize gerek yok. Filmde neler mi var? Örneğin; Sadist bir aile,yamyamlık ve vahşet sahneleri.

Bazı kişiler bu filmi teksas katliamı benzetiyorlar. Sırf görüntüleri ve havası öyle gösteriyor. Yoksa ikisi aynı şey değiller tabikide ama illede Teksas katliamı diyeceksen bu da şimdiye kadar yapılmış en iyi teksas katliamı çakmasıdır.

Son dönemde Fransa’dan son derece başarılı korku filmleri geliyor ve şüphesiz Sınır(da) bu yeni dalganın en iyisi değil. Fakat klasik senaryoyu yakın tarihin canavarlarıyla buluşturması dikkat çekici ve aslında dünyanın farklı köşelerinde tür filmi çekmek isteyen sinemacılara da küçük bir ders veriyor. Genellikle ahlakçı, muhafazakar bir dünya görüşünden güç alan veya onun etkisini hissettiren bir türü daha ilerici meselelerle buluşturmak mümkün.

Belirmek istediğim son birşey var. O da ; Bu fransız Kan dökmesini seviyorlar. Fransa’ya tatille gitmeden önce düşünün.

Mustafa Türkan/Gerilim Hatti Admin

Kurt kapanı

| | 0 yorum

Politik anlamda ikna edici olmak için çaba harcamayıp sonuçları stilize bir şekilde sunmakla yetinen film, Alan Moore’un bilinen kahinliğini farklı bir şekilde olumluyor. Sinema sanatı çizgi roman cinayetlerine devam ede dursun, periferiden fırlayan korku filmleri de tür sineması meraklılarının dikkatini çekmeye devam ediyor.Kurt kapanı korku sinemasın aradığı taze kana karışmasa bile yükselen yetmişler korkusuyla iki binlerin video dehşetinin sıkı bir karışımını sunuyor.

Karşınızda Kurt kapanı Otelin vasatlığından sıkılan ama Eli Roth’u seviyorsanız Kesinlikle bu film izlemelisiniz.Çünkü size otelden daha çok şey vaat edecek.Ve keşke devamı olsaydı dedirtecek.

Kurt Kapanı, Eli Roth‘un saf kötü filmi Otel ile benzer bir macerayla başlıyor. Otel’in legal keyif arayan şapşal üçlüsünün yerini burada bir krater manzarasının tadını çıkarmak isteyen, biri erkek üç arkadaş alıyor.

Meteor kraterini izlemek için yolculuklarına kısa bir ara veren ve bu esnada bir de aşk doğuran bu üçlünün gerçekdışı, abartılı bir dili paylaşmıyor oluşu filmin ayaklarını sıkı bir şekilde yere bastırıyor. Filmin bu gizemli konaklama esnasında yarattığı bir artı da, üçlüyü tehdit eden sorunun veya tehlikenin ne olduğunun uzun süre tam anlamıyla ortaya çıkmaması. Özellikle de mekanın gizemli olaylara çağrı yapan atmosferi çok iyi yansıtılmış.

Kan karnavalının geç başlayışı bir korku filmi için problem gibi algılansa da, zamanla bu eksikliğin fazlasıyla kapatıldığını söyleyebiliriz. Film sıkı gerilim anlarının arasında, bol kanlı sahnelerle dinlendiriyor izleyicisini.Ama yineden Otel kadar sadistlik derecesinde bir kan oranı beklemeyin.

Samimi karakterleri ile sahici korkular yaratan bir film var karşımızda…Sonra üzülürsünüz bence kaçırmadan Eli Roth’nin en iyi filmini sindire sindire izleyin sizde otel gibi sindirim sorunu yaşatmayacak olduğundan eminim.Ben yaşamadım

Mustafa Türkan

Dabbe

| | 0 yorum

İlk filmini korku türünde gerçekleştiren Hasan Karacadağ ile ilgili bildiğimiz, her yerde karşımıza çıkan en temel bilgi, kendisinin uzun bir dönem Japonya’da bulunduğu ve orada hem türün çeşitli örneklerinde çalıştığı, hem de kendine ait bazı filmler gerçekleştirdiği.

Ve Hasan karadağdan halka ve garez gibi(japonya deyince) film bekliyordum. Ama beklemediğim türden vasat bir film ile karşımıza çıktı. Bu film için hem iyi hemde kötü yorum yapmak istiyorum.

Sanal Dünyanın kıyamet tellalığını yapmak isteyen Dabbe ve hasan karadağ internetti kıyamet tellalı olarak gördüğü sürece kaynak olarak kullandığı kuranı ters tutarak okuduğunu anlıyorum…

Şimdi, hakkını vermek lazım, Dabbe gerçekten asap bozucu ve ürkütücü anları olan bir film. Zamanla ilgili bazı ilginç numaralar da yapıyor. Ama çoğu korku filminin sırtını yasladığı bir numaraya fazlaca bel bağlıyor: ses efektlerine. Zaman zaman başarılı sayılabilecek dijital görsel efektler ve özellikle üzerine gidilen tedirgin edici durumlar sayesinde pekala belli bir etki yakalanmasına rağmen, aşırı bir şekilde kullanılan ses efektleriyle seyirciyi irkiltme yöntemi her şeyi bozuyor. Korku sineması sadece ses efektleriyle izleyiciyi yerinden sıçratmak ya da kulaklarını tırmalamak değildir.

Bunu anlasaydı.Daha korkutucu bir film yapabilecek kadar etkili olurdu

Yazımın son kısmına bıraktığım diğer mesele ise, daha temel sinemasal gerekliliklere dair. Hasan Karacadağ, diyalogsuz ve efektlere dayalı sahnelerde kısmi bir başarı yakalamış olsa da, işin içine karakterler, diyaloglar ve mizansen girince basbayağı çuvallıyor.

Bunuda düzeltirse daha iyi yerlerde bulunacak kaliteli yapımlara imza atacaktır.Ama semum’da bile ders alamıyor.


Filmi birlikte izlediğim seyirci grubu gibi ben de diyaloglara ve öyküye çoğu yerde gülmekten kendimi alamadım. “388@0” esprisini daha en baştan anlayan seyircinin aptal olduğunun varsayılıp, bunun altı yaşında bir çocuğa anlatır gibi bir mizansenle filmin son yarım saatinde çözülüşüneyse gülsem mi kızsam mı bilemedim.

Onlar

| | 0 yorum

Japon korku filmlerinin Amerikan versiyonlarını izlemekten çok sıkıldınız. Yeniden yapımları ise umursamayıp, hazır rahat bulunabiliyorken orijinallerinin DVD’lerini izlemeyi tercih ediyorsunuz. Türk sinemasının en iyi korku filmi ise henüz çekilmeyi bekliyor. Yani, herkes korku sinemasından bahsediyor ama konuşulan filmler, yeteri kadar güçlü değil. Öyleyse, Fransa’dan gelen korku filmlerini keşfetmenizin zamanı geldi!

Son zamanlarda Fransız dehşet sineması örneklerini izlemeye başladım.Eskiden çekmeye cesaret edilemeyen sahnelerle dolu bu filmlerin çoğunuda başarılı buldum.Fransız atakta Türklerdende bunu bekliyorum…

Yakın zamanda dikkatimizi çeken ilk Fransız korku filmi,Yüksek Tansiyon adını taşıyan, ödün vermeyen Alexandre Aja filmiydi. Yakın zamanda izlediğimiz Sheitan da, kaçık Fransız köylüsü Vincent Cassel‘in katkısıyla türün ilginç bir örneği olarak karşımıza çıkmıştı.

Ama Sheitan biraz zayıf kalmış ve komedi eğlencelik bir film gibiydi. Ve seksle şeytanı birleştirmişti.Ve bunuda iyide yapmıştı. Ama yüksek Tansiyon kadar vurucu değildi.

Ve şimdide karşımızda Onlar adında bir Fransız filmi var.

Onların en çok atmosferini sevdim desem yalan olmaz diye düşünüyorum. Çünkü atmosfer üzerine giderek Sheitandan daha başarılı bir film ortaya çıkmış. Keşke daha uzun olsaydı diyenler var.Bence kısa olmuş ama saçmaladan güzel bir film ortaya çıkmış. Ve gerilim o kadar fazlaki sinirlerimi bozdu. Diğer siniri bozan yeri ise malesef gerçek bir hikaye olması… Tabi gerçekten gerçekmi bilmiyorum.Ama neden olmasınkii…

Etrafı saran bilinmeyen ziyaretçiler beni koltuğuma çiviledi.Ve Sınırda,yüksek tansiyon gibi filmlere az kan ile insan nasıl korkutulur bunu kanıtladı. Diğer filmler bundan ders alırlar umarım.

Avrupa korku sinemasına, özellikle de türün eski ustalarına meraklı olanların dikkatini çekecek, yeni korku sineması izleyicilerinin ise tuhaf ve eksik bulacakları bir film var karşımızda. Filmi az kanlı bulanlara ise, gerçek olaylara dayanma iddiasındaki bir filmin gerektiğinden fazla kanlı olmasının ne kadar doğru olduğunu soralım…

Dehşet Gezegeni

| | 0 yorum

28 hafta sonra’dan sonra vahşet gösterisine hala iştahınız kalmışsa buyrun Dehşet Gezegeni’ ne. Rodriguez, kimyasal gazdan etkilenmiş ve insan eti arzulayan insanlıktan çıkmış yaratıkları gösterirken 28 Hafta Sonra’da basılan frenlere tam gaz veriyor.

Dökülsün zombi etleri…

Rodriguez’de izleyerek büyüdüğü bir türün üzerinden kendi maharetini sergiliyor. Tarantino ve Rodriguez Grindhouse projesi ile 40 sene öncesinin, kirli ve ucuz sinema salonlarında ard arda gösterilen düşük bütçeli erotik, bol şiddet içeren tiksindirici filmlerini kendi stillerinde yorumladılar.

Kötü mü oldu? Hayır bence gayette iyi bir şov yapmışlar. Aslında bu yazıyı yazmadan önce bir araştıma yaptım. Grındhouse aslında kalçaları birbirine sürerek dans etmek ve iki film birden anlamına geliyormuş.

İster istemez bir karşılaştırmaya açık; ama bence hangisi iyisi hangisi kötüsünden çok, hangisini tercih edersiniz sorusu daha makul olur. Tarantino daha çok o eski filmlerin havasında ama bizim zamanlara ait eli yüzü düzgün bir film yapma derdindeyken, Rodriguez’in işi açıkça bir şova ya da bir performansa dönüştürdüğü görülüyor.Ama Ben oyumu malesef tarantinodan yana kullanacağım. Bu arada filmlerindede oynuyorlar.

Dehşet Gezegeni’nde bozuk ya da yanan film şeritleri, en erotik sahneyi bölüp beliren “kayıp makara” cümlesi ve abartılı oyunculuk ve efektler var.Hele o kayıp makara sözü beni kopardı desem yeridir. Bu yönetmenler işini biliyor…

Rodriguez ilham aldığı düşük bütçeli filmlerin en uçuk yönlerini birebir yerleştirmiş filmine. O zamanki filmlerin bir taklidi gibi Dehşet Gezegeni. Tabi olabildiğince “cool” bir şekilde.Bu da çoğu kişiye eğlencelik zamanlar vaat ediyor.

Kadınlar, aksiyon sahneleri, diyaloglar Rodriguez sayesinde çok daha fiyakalı.

Ölüm Geçirmez’i izlerken her yerden sızan bir yönetmen varlığı ve özellikle Tarantino gibi güçlü bir yönetmenin varlığı filmi daha keyifli kılıyor. Sadece fiyakalanmış taklitle yetinmeyip, hikayesinde ele aldığı insanların dünyasını bize açıyor, onları daha gerçekçi ve daha anlaşılır yapıyor. Tarantino sayesinde düşük bütçeli filmlerin kahramanları, olayları ve karakteristikleri nefes alıyor, boyut kazanıyor. Böylece belki de klişeleşmiş hallerinden uzaklaştırılıyor, canlanıyorlar.

Rodriguez ise klişeden korkmuyor, neyse o der gibi. Daha da abartarak, daha da gözümüzün önüne koyarak, bize bir klişeler performansı sunuyor. Hiç çekinmesi yok. Bu performansı değerlendirdiğimizde ise bence gayet eğlendirici bir deneyim.

Ama bazı sahneler beni bile rahatsız etti.Ve ıyy dedim.

Grindhouse’un keyfine komple bir şekilde varamadık ama Dehşet Gezegeni ile Ölüm Geçirmez’in sinemasal yaklaşımları açısından birbirini tamamlayan filmler oldukları açıkça görülüyor. Oyunun kuralları önceden belirlenmiş bir futbol maçı olarak da görülebilir.

Ölmeden önce İzlenmesi Gereken 101 Korku Filmi

| | 0 yorum

Ölmeden önce okunması gereken kitaplar, ölmeden önce izlenmesi gereken filmler, gezilmesi gereken mekanlar, koklanması gereken kokular…

“Ölmeden önce yapılması gerekenler” kitap sattırıyor. Birileri bu konsepti uzun zaman önce kitap dünyasına kabul ettirmeyi başardı; yoksa çoksatan kitaplar dünyasına mı demek lazım acaba? Ölmeden önce okunması gereken kitaplar, ölmeden önce izlenmesi gereken filmler, gezilmesi gereken mekanlar, koklanması gereken kokular…
Liste bu şekilde uzayıp gidiyor, eğer aklınıza gelen başka bir liste varsa, araştırın, henüz hakkında bir kitap yoksa, ilk siz yazabilir ve köşeyi dönebilirsiniz. Ne de olsa insanlar ölmeden önce hayatı dolu dolu yaşamak istiyor ve bu nedenle uzmanlara, rehberlere ilgi gösteriyor.
Peki bu kitaplar gerçekten güvenilir mi? Ölmeden önce izlenmesi gereken filmler hakkında yazılara yer veren bir kitaba ne kadar güvenebiliriz? Şüphesiz bu tür kitapların perde arkasında DVD şirketleriyle yapılmış anlaşmalar aramak çok yanlış değil. Üstelik batılı editörler genellikle Amerika ve Avrupa’da yazan eleştirmenlerden destek alarak yazıyor bu kitapları. Dolayısıyla batılı filmler ve kitaplar listelere ağırlığını koyuyor.

Uzun girişin ardından bu yazının konusu olan ve yukarda bahsettiğimiz kitapların izinden giden (fakat bizi yakından ilgilendiren) bir kitaba gelebiliriz. Editör Steven Jay Schneider, ölmeden önce görülmesi gereken 101 korku filmini içeren 101 Horror Movies You Must See Before You Die isimli bir kitap hazırlamış. Küçük boyutlu ama kalın, sanat ansiklopedileri gibi görünen bir kitap bu. Korku Sineması ve psikaliz ilişkisini içeren bir kitabı olan Schneider, Michael Atkinson gibi korku sinemasına yakın eleştirmen, sinema yazarı ve akademisyenlerden yazılar almış. Kitap 1910′lu yıllardan 2000′lere uzanan 100+1 filme yer veriyor. İlk Film 1919 tarihli Dr. Caligari, en son film ise 2007 yapımı Yetimhane. Peki arada hangi filmler var? Ve bu noktada esas soru, yazarlar Amerikan ve İngiliz sinemasının ötesine ulaşmayı başarabilmiş mi?

Türün klasikleri, özellikle Amerikan ve İngiliz (Hammer!) yapımı korku klasikleri neredeyse eksiksiz olarak yer alıyor. Onibaba ve Vıy gibi filmlerle kitap dünya sinemasına açılıyor. Atmosferik Japon filmi Onibaba ve olağanüstü Sovyet cadı filmi Vıy’la başlayan uluslararası atak, Harry Kümel’in Daughters of Darkness filmiyle devam ediyor. Kitap 2000′lere kadar bilinen korku filmlerinin ötesine uzanıyor ve zaman zaman az bilinen filmlere de yer veriyor. The Others, 28 Gün Sonra, High Tension, Testere gibi filmler günümüz sinemasını temsil ediyor.

Birden fazla görselle desteklenmiş film yazılarında klasik bir özetle yetinilmemesi kitabın en büyük artılarından biri. Mesela Kümel’in Daughters of Darkness filmi için yazılan yazıda, filmin lezbiyen vampir filmleri içindeki öneminden detaylı bir şekilde bahsediliyor (feminist eleştirmenlerin de ilgi alanına girdiği yazılmış). Filmler hakkında detaylı ve ilgi çekici bilgiler mevcut.

101 Korku Filmi, sinema kitapları basan yayınevlerinin öncelik vereceği bir çalışma değil; fakat ölmeden önce okunması gereken kitaplar etiketini taşıyan diğer kitaplar gibi yüzeysel değil ve türün hayranlarının bile keşfedeceği filmler ve bilgiler içeriyor. Belki bu tür kitaplar basan bir yayınevi dilimize kazandırabilir. Ölmeden önce izlenmesi gereken 101 filmi bilenler için bile, 101 önemli korku sineması yazısı içeriyor. Yazıların tarzı klasik eleştiri yazısından inceltilmiş akademik makalelere uzanıyor.